Cumhuriyet’in kurucu ideali, yurttaşın yalnızca devlete tabi değil, onunla eşit haklara sahip olmasını hedefliyordu.“Sosyal devlet” bu eşitliğin somut ifadesiydi: eğitimde fırsat eşitliği, sağlıkta kamusal erişim, emeğin korunması, refahın paylaşımı… Bunlar lütuf değil, vatandaşlık hakkıydı. Fakat 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte bu hak temelli anlayış yerini piyasa merkezli bir düzene bıraktı. Devlet, üretici ve koruyucu kimliğinden çekilmeye başladı; ekonomi “küresel uyum” söylemiyle serbest piyasaya teslim edildi. Bu sadece ekonomik bir reform değil, toplumsal zihniyetin dönüşümüdür. Artık yurttaşın refahı değil, piyasanın “rekabet gücü” merkeze alınacaktı.
Bu neoliberal dönüşüm, Türkiye’nin kalkınma anlayışını kökten değiştirdi. 1980 öncesinde devletin rolü, üretim ve istihdam yaratmakken; 1980 sonrasında “piyasanın işleyişini kolaylaştırmak” oldu. Toplumsal adaletin yerini bireysel sorumluluk söylemi aldı.
Yoksulluk artık devletin çözmesi gereken bir sorun değil, “kişisel başarısızlık” olarak görülmeye başlandı.
I. Sosyal Devletin Çözülüşü
Karl Polanyi’nin uyarısını hatırlayalım: “Ekonomiyi toplumdan koparırsanız, toplumun dokusunu parçalarsınız.”
24 Ocak kararları tam da bunu yaptı. Toplumun ekonomik güvenliği, piyasanın insafına bırakıldı. Kamu yatırımları azaldı, sendikal haklar geriledi, istihdam güvencesi zayıfladı.
Sosyal devletin omurgası çökerken halk kendi kaderine terk edildi.
Devletin çekildiği bu boşlukta yeni dayanışma biçimleri ortaya çıktı. 1980 sonrası dönemde sivil toplum, vakıflar, dernekler ve dini cemaatler sosyal yardımı bir tür “görev” gibi üstlendi.
Bu yapılar başlangıçta yoksullara el uzatırken, zamanla devletin yerini almaya başladılar.
Yardım artık hak değil, aidiyetin göstergesi haline geldi; yurttaş devlete değil, bu yapılara minnet duymaya başladı.
II. 1990’lar: Sosyal Devletin Sessizliği
1990’lar, ekonomik krizlerin ve toplumsal kırılmaların derinleştiği yıllardı. Devletin sosyal politikaları zayıflarken gelir dağılımı bozuldu, işsizlik arttı. Bu dönemde cemaat ve dini örgütlenmeler eğitimden sağlığa, burslardan gıda yardımlarına kadar geniş bir alanda faaliyet gösterdi. Yardım, kamusal bir sorumluluk değil, “manevi bir borç” gibi görülmeye başlandı.
Bu ağlar, bir yandan toplumun dayanışma ihtiyacını karşıladı; öte yandan Cumhuriyet’in laik, kamusal değerleriyle çelişen alternatif bir sosyal düzen fikri inşa etti. Yardım, eşitliği değil, bağlılığı güçlendiriyordu. Devlet geri çekildikçe bu yapıların etkisi arttı. Cumhuriyet’in yurttaş merkezli modelinden cemaat tarikat merkezli bir ilişki ağına geçişin temelleri atıldı.
III. 2000’ler: Yardım Ekonomisinin Yükselişi
2000’li yıllarla birlikte devlet, yurttaşına adaletin diliyle değil, merhametin sesiyle konuşmaya başladı. Bu yeni siyaset tarzı yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine, yoksullukla kurduğu duygusal bağı siyasal bir sermayeye dönüştürdü. Halkın iradesini temsil ettiği iddiası, zamanla halkın bağımlılığını yönetme biçimine evrildi.
Devletin eli artık vatandaşın hakkını teslim eden değil, “yardım eden” bir eldi. Yardımlar kurumsallaştı; belediyeler, vakıflar, dernekler aracılığıyla geniş ağlar kuruldu. Bu ağlar görünürde yoksulluğu hafifletiyor ama aynı zamanda siyasal sadakati besliyordu. Yardım alan birey, devletin öznesi değil, iktidarın nesnesi haline geldi.
Sosyal yardımın dili de değişti: “Yurttaşlık hakkı” yerine “şükran” öne çıktı. Devlet, yurttaşına eşit mesafede durmak yerine, ona lütfeden bir konuma geçti. Ve bu, sosyal devletin ruhunu sessizce öldürdü.
IV. Dini Ağların Toplumsal Gücü ve Cumhuriyet’in Değerleri
Devletin geri çekildiği alanları dolduran dini tarikat, cemaat ve sivil ağlar, zamanla kendi eğitim kurumlarını, medya organlarını, sosyal yardım mekanizmalarını oluşturdu. Örnek: Bir zamanların Hizmet hareketi, okulları ve gazeteleri. Bugün ise bu hareketin yerini daha farklı ama işlevi aynı olan tarikatlar ve cemaatler yer aldı. Örnek: Menzil tarikatı… Bu yapılar ekonomik yardımın ötesine geçerek toplumsal bilinç üretmeye başladı. Yalnızca yoksulluğu hafifletmiyor, aynı zamanda kendi dünya görüşlerini yaygınlaştırıyorlardı.
Bu durum, sadece laikliği değil, sosyal devlet fikrini de aşındırdı. Ve İslamcı yapıların birer aparatı haline gelecek olan nesiller yetiştirdi. Devletin eşit yurttaşlık temeli, yerini inanç temelli aidiyetlere bıraktı. Yardım, yurttaşlık hakkı olmaktan çıkıp belirli çevrelerin meşruiyet aracına dönüştü.
Böylece Cumhuriyet’in kamusal alanında yeni bir kimlik doğdu: “Devlete değil, bize bağlı yurttaş.” Bu anlayış, zamanla siyasetin de en güçlü aracı haline geldi. Devletin kaynakları kamusal eşitlik için değil, siyasal rıza üretmek için kullanıldı.
V. Yoksulluk Kültürünün İnşası
Yeni dönemde yoksulluk yalnız ekonomik değil, kültürel bir kimlik haline geldi. Fakirlik, utanılacak değil, “imanla taşınacak” bir hâl olarak yüceltildi. Bu söylem, mağduriyet hissini diri tuttu, eleştiriyi bastırdı. Yoksulluk artık bir sorun değil, siyasi meşruiyet zemini haline geldi.
Yardım eden el, “hizmet eden devlet” gibi görünse de, yardım alan yurttaşın bağımsızlığını sessizce elinden aldı. Minnet duygusu, hak arama bilincinin yerini aldı. Toplumun büyük bir kesimi, hakkını talep eden değil, “yardımı kesilmesin” diye sessiz kalan bir kimliğe büründü. Bir toplum hakkını değil, lütfu beklemeye başladığında, siyaset artık halkın iradesini değil, bağımlılığını temsil eder.
VI. Sosyal Adaletin Yeniden İnşası
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, yardımla değil, adaletle ayakta duran bir sosyal devlet modelidir. Bir ülke yoksulluğu yöneterek değil, yoksulluğu aşarak büyür. Sosyal devletin yeniden inşası sadece ekonomi politikası değil, ahlaki bir zorunluluktur.
Yurttaşın onuru, aldığı yardımla değil, emeğinin karşılığıyla ölçülmelidir. Devletin gücü, dağıttığı torbalarla değil, sağladığı eşit fırsatlarla ortaya çıkar. Cumhuriyet’in kurucu sözü, “fırsat eşitliği”ydi bugün o söz yeniden hatırlanmalıdır.
“Bugün Türkiye, yeniden bir yol ayrımında. Ya yoksulluğu yöneterek iktidarı koruyan bir anlayışla devam edecek, ya da yoksulluğu ortadan kaldırarak adaleti yeniden inşa eden bir toplumsal sözleşmeyi tercih edecek. Çünkü adalet olmadan refah, refah olmadan da özgürlük olmaz. Bir ülke, halkının onurunu koruyabildiği sürece büyüktür.”
“Önce ekmek, sonra ahlak gelir.”
Bertolt Brecht
Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri Bölümü



