Teşekkür ve Takdim
Bu yazı, kıymetli hocam Can Kakışım’ın nazik daveti ve ilham verici teşvikiyle, IdeaPolitik Enstitüsü için özel olarak kaleme alınmıştır. Dış politika düşüncesine olan katkılarıyla sadece entelektüel bir yol gösterici değil, aynı zamanda stratejik derinlik arayışının rehberi olan hocama şükranlarımı sunarım.
Türkiye’nin dış politikasına dair bu çalışma; çağımızın kırılgan güç dengeleri, dönüşen jeopolitik haritalar ve yükselen stratejik belirsizlikler karşısında, ülkemizin nasıl daha akılcı, vizyoner ve özerk bir yol izleyebileceğine dair mütevazı bir öneri metnidir. IdeaPolitik çatısı altında yayımlanacak bu analiz, yalnızca güncel gelişmeleri değil; uzun vadeli düşünsel bir çerçeveyi de inşa etmeyi amaçlamaktadır.
Giriş
Türkiye’nin dış politikası, son yıllarda hem bölgesel gelişmeler hem de iç siyasi dinamikler nedeniyle önemli dönüşümler geçirmiştir. 20. yüzyıl boyunca “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayalı olarak daha temkinli ve Batı yönelimli bir çizgi izleyen Ankara, 2000’ler sonrasında çok boyutlu bir açılım ve artan bir bölgesel aktivizm sergilemiştir. Özellikle “komşularla sıfır sorun” söylemiyle Ortadoğu, Afrika ve Asya’da daha aktif bir politika benimsenmiş, ancak Arap Baharı ve Suriye krizi gibi gelişmeler bu yaklaşımın sınırlarını ortaya koymuştur. Gelinen noktada, Türkiye’nin dış politikada duygusal ve popülist refleksleri geride bırakarak realpolitik aklı, stratejik sabrı ve jeoekonomik vizyonu merkeze alan yeni bir mimari kurması gereği açıktır. Bu makalede, popülist tepkilerden arınmış, uzun vadeli çıkar hesaplarına dayalı ve askeri gücün ötesinde diplomasi, ekonomi ve kültürel nüfuzu önceleyen bir dış politika vizyonunun ana hatları tartışılacaktır.
Popülist Reflekslerden Arındırılmış Bir Diplomasi
Türk dış politikasında zaman zaman iç politik kaygılarla şekillenen popülist refleksler öne çıkabilmektedir. Popülizm, karmaşık gerçekliği iyi-kötü şeklinde basite indirgeyerek halk desteğini korumayı ve alınan kararları meşrulaştırmayı hedefleyen bir söylem üretir. Nitekim geçmişte bazı dış politika hamlelerinin iç kamuoyunda puan kazanma saikiyle abartılı tepkilere dönüştüğü görülmüştür. Örneğin, 2021’de on Batılı büyükelçinin tutuklu Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını talep etmesine karşı hükümetin sert çıkışı ve büyükelçileri istenmeyen adam ilan etme tehdidi, içeride egemenliğe müdahaleye karşı bir duruş olarak sunulmuştur. Sonuçta fiili sınır dışı gerçekleşmemiş, büyükelçiliklerin diplomatik kriz çıkmasın diye iç işlere karışmama taahhüdünü yinelemesiyle durum yatışmıştır. Bu süreç iktidar tabanında “Batı’ya karşı zafer” olarak kutlanırken, dışarıda daha fazla krizi önlemek için geri adım atılması şeklinde yorumlanmıştır. Benzer şekilde, dış politikada milli onur ve beka söylemleri etrafında şekillenen bazı konular (örneğin Doğu Akdeniz’de Mavi Vatandoktrini) neredeyse tüm siyasi partilerce sahiplenilen popülist temalara dönüşmüştür. Elbette Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki hak ve çıkarlarını savunması meşrudur; ancak bu tür meselelerin iç politikada popülist bir ajitasyon unsuru haline getirilmesi, rasyonel çıkar optimizasyonunu gölgeleyebilmektedir. Geleceğin dış politikası, karar alma süreçlerini duygusal ve popülist tepkilerden arındırarak, soğukkanlı analiz ve ulusal çıkareksenine oturtmak zorundadır. Diplomatik hamleler, iç politikada kısa vadeli kazanç için değil, uzun vadeli stratejik kazanımlar için planlanmalıdır.
Realpolitik ve Stratejik Sabır ile Çok Katmanlı Senaryolar
Popülist yaklaşımların bertaraf edilmesi, yerine realpolitik temelli bir akıl yürütmenin konulmasını gerektirir. Realpolitik, uluslararası ilişkilerde ideolojik veya duygusal tutumlardan ziyade güç dengelerini ve somut çıkarları esas almayı ifade eder. Türkiye’nin de dış politikada idealist hedefler ile sert gerçeklikleri dengelemesi, stratejik sabırgöstermesiyle mümkün olacaktır. Stratejik sabır, ulusal çıkarların hemen ve her koşulda maksimize edilemeyeceği, bazı hedeflerin zaman içinde ve aşamalı olarak gerçekleşebileceği farkındalığıdır. Bu bakımdan, Ankara’nın bölgesel ve küresel gelişmelere tepki verirken ani ve keskin manevralar yerine, uzun vadeli planlamaya dayalı temkinli adımlar atması önem taşır.
Stratejik sabrı besleyecek önemli bir araç da çok katmanlı senaryo üretimidir. Dünya siyasetinin belirsizlikler barındırdığı bir dönemde, tek bir plana veya varsayıma saplanıp kalmak risklidir. Bunun yerine Türkiye, küresel ve bölgesel düzeyde farklı gelişme ihtimallerine göre alternatif politika senaryoları hazırlamalıdır. Örneğin, Orta Doğu’daki güç dengelerinin değişimine, ABD-Çin rekabetinin seyrine veya Avrupa Birliği ile ilişkilerin alabileceği farklı yönlere dair önceden kurgulanmış senaryolar, karar alıcıların hızlı ve hazırlıklı olmasını sağlayacaktır. Bu yaklaşım, caydırıcılığı da artırır; zira muhataplar Türkiye’nin her duruma uygun bir stratejisi olduğunu bildiğinde, ani krizleri yönetmek kolaylaşır.
Elbette realpolitik ve senaryo odaklı planlama, ilkesiz bir pragmatizm anlamına gelmemelidir. Tam tersine, Türkiye’nin temel çıkarları ve değerleri tanımlanarak, bunları korumak için farklı yollar öngörülmelidir. Stratejik sabır ise zaman zaman kamuoyunda “geri adım” gibi algılansa da, aslında daha büyük bir hedefe ulaşmak için doğru anı beklemek anlamına gelir. Örneğin, son dönemde çeşitli bölgesel aktörlerle (İsrail, BAE, Suudi Arabistan gibi) yıllar süren gerginliklerin ardından normalleşme adımlarına gidilmesi, stratejik sabra dayalı bir hasar kontrolü ve yeniden konumlanma çabasıdır. Bu tür sabırlı diplomasi, ekonomik kazanımlar ve yeni işbirliği imkanları doğurarak Türkiye’nin çıkar hanesine yazılmaktadır. Dolayısıyla, anlık çıkışlar yerine uzun soluklu kazanımları hedefleyen bir stratejik akıl, dış politikanın kılavuzu olmalıdır.
Küresel Güç Dengelerindeki Değişim ve Türkiye İçin Fırsatlar
Uluslararası sistem, Soğuk Savaş sonrasındaki tek kutuplu dönemden uzaklaşarak belirgin bir çok kutupluluk ve küresel güç kayması sürecine girmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin tek süper güç olduğu dönemin ardından Çin’in ekonomik ve askeri yükselişi, Rusya’nın yeniden güç iddiası, Avrupa Birliği’nin iç sınamaları ve Hindistan, Brezilya gibi yükselen aktörlerin etkisini artırmasıyla dinamik bir denge oluşmaktadır. Bu ortam, orta büyüklükte güçler için hem belirsizlikler hem de fırsatlar barındırır. Nitekim son on yılda yaşanan 2008 küresel finans krizi, ABD’nin Orta Doğu’dan kademeli çekilişi ve Arap Ayaklanmaları gibi gelişmeler, tek kutupluluktan çok kutuplu düzene geçişin işaretleri olarak belirmiş ve Türkiye gibi ülkelerin daha iddialı bir profil çizmesine zemin hazırlamıştır.
Türkiye, çok kutuplu dünyayı kendi manevra alanını genişletmek için bir fırsat olarak görmektedir. Orta ölçekli bir güç olarak Ankara, küresel güçler arasında denge politikası izleyerek daha stratejik özerklik peşindedir. Gerçekten de Türkiye, NATO üyesi olarak ittifakın sağladığı güvenlik şemsiyesinden faydalanmayı sürdürürken bir yandan da BRICS gibi Batı-dışı oluşumlarla yakın temaslar geliştirmeyi hedeflemektedir. Örneğin, Rusya’nın ev sahipliğinde yapılan bir zirve öncesinde Türkiye’nin BRICS grubuna üyelik başvurusu yaptığı yönündeki açıklama, geleneksel Batı kurumlarına bağlı bir ülkenin alternatif bloklarda da varlık gösterebileceğinin sinyalini vermiştir. Keza Avrupa ile Gümrük Birliği içinde olan Türkiye, dünya ekonomisinin ağırlığının kaydığı Asya-Pasifik ve Küresel Güney pazarlarında ticaret ve yatırım imkanlarını artırmaya çalışmaktadır. Nitekim BRICS bloku ülkelerinin dünya ekonomisindeki yükselen payı sayesinde Türkiye’nin bu ülkelerle ticareti son on yılda neredeyse iki katına çıkmıştır.
Çok kutuplu düzende denge politikası izlemek, Türkiye’ye bölgesel ve küresel meselelerde arabuluculuk ve inisiyatif alma rolü de kazandırabilir. Örneğin 2022’de Rusya ve Ukrayna arasında Birleşmiş Milletler ile birlikte Karadeniz Tahıl Anlaşması’nı İstanbul’da kolaylaştıran Türkiye, savaş ortamında 33 milyon ton Ukrayna tahılının dünya piyasalarına güvenli şekilde ulaşmasına vesile olarak yapıcı bir küresel aktör profili çizmiştir. Benzer şekilde, jeopolitik gerilimlerde taraflarla konuşabilen birkaç ülkeden biri olması, Türkiye’nin diplomatik değerini yükseltmektedir. Ankara, bir NATO ülkesi olarak Ukrayna’nın savunmasına destek verirken, aynı zamanda enerjide büyük ölçüde bağımlı olduğu Rusya ile diyaloğunu koparmamıştır; Çin’den yatırım çekmeye yönelik girişimleri sürmektedir. Bu dengeci tutum, zaman zaman eleştiri toplasa da, Türkiye’ye hem Doğu hem Batı ile konuşabilen eşsiz bir konum sağlamaktadır.
Küresel güç dengelerindeki değişimin sunduğu fırsatları kullanırken, risklerin de farkında olunmalıdır. Tarihsel olarak böylesi geçiş dönemleri belirsizlikleri arttırabilir; bu nedenle Türkiye’nin risk yönetimini elden bırakmadan adım atması gerekir. Örneğin, Rusya ile yakın ekonomik ilişki kurmanın getirileri kadar, Moskova’ya aşırı bağımlılığın doğuracağı stratejik zafiyetler de hesaplanmalıdır. Nitekim Rusya-Ukrayna savaşının ardından Türkiye’nin “denge” politikasının sınırları görünür hale gelmiş; enerji ve savunma alanında Rusya’ya bağımlılık, Ankara’nın hareket alanını daraltma potansiyeli taşımıştır. Bu sebeple, çok kutuplu dünyada Türkiye fırsatları değerlendirmeli ama bunu yaparken stratejik esneklik kadar ihtiyat da gözetmelidir. Bir yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi reformu gibi küresel yönetişim değişikliklerinde öncü rol oynarken (“Dünya beşten büyüktür” söylemi bunun ifadesidir), diğer yandan kendi çıkarlarını riske atacak maceralardan kaçınmalıdır.
Jeoekonomi, Kültürel Nüfuz ve Stratejik Özerklik: Yeni Başarı Ölçütleri
Geleneksel olarak devletlerin dış politika başarısı, kazandıkları topraklar, askerî zaferler veya güvenlik ittifaklarındaki konumlarıyla ölçülegelmiştir. Oysa 21. yüzyılda jeoekonomik güç, kültürel etki ve stratejik özerklik gibi unsurlar, başarının yeni ölçütleri olarak öne çıkmaktadır. Türkiye de dış politika vizyonunu güncellerken, sadece askeri/güvenlik odaklı hedeflere değil, ekonomik çıkarlarına, kültürel etki alanına ve karar alma bağımsızlığına odaklanmalıdır.
Jeoekonomi ekseninde başarı, Türkiye’nin küresel ticarette, yatırımlarda ve kalkınma işbirliğinde oynadığı rolle belirlenecektir. Ekonomik olarak güçlü ve bölgesel pazarlara entegre bir Türkiye, dış politikada da daha ağırlıklı söz söyleyebilir. Bu anlayışla son yirmi yılda atılan bazı adımlar dikkat çekicidir. Örneğin, 2005’ten itibaren hız kazanan Afrika açılımı, jeoekonomik ve diplomatik kapasitenin artırılması açısından başarılı sonuçlar vermiştir. Türkiye, 2002 yılında Afrika kıtasında yalnızca 12 büyükelçiliğe sahipken bu sayı bugün 44’e yükselmiştir. Türk Hava Yolları Afrika’da 60’tan fazla noktaya direkt uçuş başlatarak ticaret ve insan hareketliliği altyapısını güçlendirmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin Afrika ile toplam ticaret hacmi 5,4 milyar dolardan 2022 itibarıyla 40 milyar doların üzerine çıkmıştır. Bu veriler, jeoekonomik odaklı bir politikanın somut getirilerini göstermektedir. Artan ticari etkileşim ve yatırımlar hem Türkiye’nin ekonomik büyümesine katkı sağlamakta hem de Afrika ülkeleri nezdinde Türkiye’ye yönelik olumlu bir algı ve bağımlılık ilişkisi oluşturmaktadır.
Benzer şekilde, kültürel nüfuz alanında Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesi belirleyici olacaktır. Kültürel diplomasi, Türk dış politikasının son yıllarda önem verdiği enstrümanlardan biridir. Türk dizilerinin ve filmlerinin onlarca ülkede geniş izleyici kitlesine ulaşması, Türkçe öğrenimine ve Türkiye’ye yönelik meraka yol açmaktadır. Nitekim Türkiye, televizyon dizileri ihracatında ABD’den sonra dünyada ikinci sıraya yerleşerek kültürel ürünlerini küresel ölçekte pazarlama başarısını göstermiştir. Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya pek çok bölgede Türk dizileri ve müzikleri popüler hale gelmiş; Osmanlı tarihini veya modern Türkiye yaşamını konu alan içerikler, Türkiye’ye yönelik “yumuşak güç” algısını beslemiştir. Bunun yanı sıra Yunus Emre Enstitüsü gibi kültür merkezleri, Maarif Vakfı okulları, TİKA’nın kalkınma projeleri ve Türkiye bursları ile ülkemizde eğitim görmüş binlerce yabancı öğrenci, Türkiye’nin kültürel ve entelektüel nüfuz alanını genişletmektedir. Bu tür kültürel etki, doğrudan bir güç unsuru olarak görülmese de, uzun vadede ülkeler arası ilişkilerde sempati, güven ve değer ortaklığı tesis ederek stratejik çıkarları kolaylaştırır.
Stratejik özerklik ise Türkiye’nin dış politika performansını değerlendirmede bir diğer kritik ölçüt olacaktır. Stratejik özerklik, bir ülkenin ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek için herhangi bir dış güce aşırı bağımlı olmadan, kendi özgün politikalarını hayata geçirebilme kapasitesidir. Türkiye açısından stratejik özerklik, ne Rusya veya Çin gibi doğu güçlerine tam eklemlenmek ne de ABD-AB ekseninde koşulsuz bir bağlılık anlamına gelir; tam tersine, değişen koşullarda kendi çıkarlarına uygun şekilde pozisyon alabilme esnekliğidir. Örneğin savunma sanayiinde son yıllarda elde edilen başarılar (İHA/SİHA teknolojileri vb.), Türkiye’nin belli alanlarda dışa bağımlılığını azaltarak stratejik özerkliğini arttırmıştır. Bunun yanında enerjide kaynak çeşitlendirme adımları, finansal alanda alternatif ödeme sistemlerine hazırlık gibi girişimler de özerklik arayışının parçasıdır. Stratejik özerkliğin sağlanması, Türkiye’nin çıkarlarını zaman zaman müttefiklerinden farklılaştığında dahi bağımsız politika yürütebilmesini mümkün kılacaktır. Örneğin ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlara rağmen kendi enerji ihtiyaçları doğrultusunda İran’la sınırlı ticaret sürdürmek veya NATO müttefikleri Suriye’de farklı pozisyon alsa da kendi sınır güvenliği operasyonlarını yürütmek bu kapsamdadır. Ancak stratejik özerklik ile ittifak çıkarlarını dengede götürmek incelikli bir diplomasi gerektirmektedir; zira tam özerklik illüzyonu uğruna ittifaklardan kopmak, tek başına kalmaya yol açabilir. Bu nedenle başarı, özerklik ile ortaklıkları optimal noktada dengeleyebilmek anlamına gelecektir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politika başarısını salt askeri zaferlerle değil, ekonomik entegrasyon düzeyi, kültürel etki alanının genişliği ve karar alma özerkliği gibi çağdaş kriterlerle değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu alanlarda güçlenmek, Türkiye’yi küresel ölçekte saygın ve etkili bir aktör kılacaktır.
Diplomatik, Ekonomik ve Kültürel Enstrümanları Önceliklendirmek
21. yüzyılın karmaşık sorunları, askeri yöntemlerle tek başına çözülemeyecek kadar çok boyutludur. Türkiye’nin güvenlik kaygıları meşru olmakla beraber, dış politikada askeri güç yerine diplomatik, ekonomik ve kültürel enstrümanlara öncelik vermesi uzun vadede daha sürdürülebilir sonuçlar doğuracaktır. Sert güç (askeri güç) kullanımının getirdiği maliyetler ve yan etkiler düşünüldüğünde, özellikle bölgesel nüfuz inşasında yumuşak güçunsurlarının kritik olduğu görülmektedir.
Türkiye’nin yakın geçmişi bu konuda ders niteliğinde örnekler barındırıyor. 1990’larda komşularıyla ilişkilerinde çoğunlukla askeri yöntemlere başvuran, Suriye ve Yunanistan’la sıcak çatışma eşiğine gelen bir Türkiye imajı hakimdi. 2000’lerde ise AKP iktidarının ilk döneminde “stratejik derinlik” vizyonu doğrultusunda diplomasi, ticaret ve kültürel etkileşim ön plana çıktı; Türkiye bir “yumuşak güç” olarak tanımlanmaya başladı. Bu dönüşüm, Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkanlar’da sempati toplamasına, arabulucu rolüne soyunmasına imkan tanıdı. Ne var ki Arap Baharı sonrası ortaya çıkan güvenlik boşlukları ve Suriye İç Savaşı gibi krizler, Ankara’yı yeniden sert güç kullanımına yöneltti. Suriye ve Irak’ta askeri operasyonlar, Libya’da askeri angajman, Katar’da ve Somali’de askeri üsler derken Türkiye yeniden sert güç araçlarını yoğun kullanan bir aktör görüntüsü verdi. Elbette bu hamleler belirli ulusal güvenlik gereksinimlerinden kaynaklandı; ancak bölgesel liderlik iddiasında olan bir ülkenin yalnızca askeri güce dayanarak hedeflerine ulaşamayacağı da açıktır. Eğer Türkiye bir nüfuz alanı oluşturmak istiyorsa, askeri adımların yanına mutlaka ekonomi, diplomasi ve kültür boyutlarını eklemelidir. Ticaret bağlantıları kurmak, kalkınma yardımı sağlamak, eğitim ve kültür programları yürütmek suretiyle kazanılan dostluklar, kalıcı etki bırakır.
Bu yaklaşımın somut getirileri de görülmektedir. Örneğin Afrika’da Türkiye, insani diplomasi ve kalkınma yardımları ile pek çok ülkenin takdirini kazanmış, ardından ekonomik ortaklıklar ve hatta güvenlik işbirlikleri geliştirebilmiştir. Somali’de 2011’deki kıtlık sırasında sağlanan yardımlar ve büyükelçilik açılışları ile tesis edilen itibar, ilerleyen yıllarda Somali ordusunu eğiten bir askeri üssün kurulmasına ve Somali’nin en büyük yatırımcısının Türk şirketleri olmasına zemin hazırlamıştır. Yani yumuşak güç, sert gücün önünü açan bir katalizör olmuştur.
Diplomasiyi öncelemenin bir diğer getirisi de krizleri askeri çatışmaya varmadan çözebilme becerisidir. Türkiye, son dönemde diplomatik inisiyatiflerle uluslararası sorunların çözümünde aktif rol almıştır. Yukarıda değinilen tahıl koridoru anlaşması bunun iyi bir örneğidir. Yine 2020’de Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan Dağlık Karabağ çatışmasında, Türkiye’nin diplomatik desteği ve Rusya ile yürüttüğü pazarlıklar neticesinde bir ateşkes anlaşması sağlanmış; bölgede barış gücü konuşlandırılmasıyla istikrar arayışı sürmüştür. Türkiye burada hem sahada müttefikine destek olmuş hem de masa başında çözümün parçası olarak diplomatik ağırlığını koymuştur.
Unutulmamalıdır ki, günümüzde askeri zaferler diplomasi ile taçlandırılmadıkça kalıcı kazanıma dönüşmüyor. Askeri başarı elde edilse bile, bunun siyasi bir anlaşmaya ve ekonomik kalkınmaya evrilmesi gerekiyor. Dolayısıyla, dış politika yapımında askeri seçenekler her zaman masada olacaksa da, tercih sıralamasında diplomasi ve ekonomi ön plana konmalıdır. Bu durum, Türkiye’nin aynı zamanda uluslararası imajına da olumlu yansıyacaktır. Sürekli askeri güç gösterisi yapan bir ülke algısı yerine, sorun çözebilen, arabulucu, ticareti ve kültürel alışverişi önceleyen bir ülke algısı Türkiye’nin elini güçlendirir. Nitekim Lowy Enstitüsü’nün 2024 Diplomasi Endeksi’ne göre Türkiye, 252 dış temsilciliğiyle Çin ve ABD’nin ardından dünyanın en geniş üçüncü diplomatik ağına sahip ülkesidir. Bu kapasite, diplomasiye yapılan yatırımın bir sonucudur ve Ankara’nın uluslararası ilişkilerde yüz yüze diplomasiyi ne denli ciddiye aldığının göstergesidir. Özetle, mevcut askeri gücünü tamamlayıcı şekilde, diplomasi sanatını ustaca kullanan ve ekonomik/cultural araçlarla nüfuzunu derinleştiren bir Türkiye, bölgesinde ve dünyada daha etkili olacaktır.
Tarih, Coğrafya ve Entelektüel Sermaye ile Küresel Aktör Potansiyeli
Türkiye’nin küresel bir aktör olma potansiyelini ortaya koyan birçok yapısal avantajı bulunmaktadır. Öncelikle, tarihsel birikimi ve devlet geleneği, uluslararası ilişkilerde benzersiz bir deneyim sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası sadece toprak değil, aynı zamanda diplomasi, çokkültürlülük ve devlet idaresi tecrübesidir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolan köklü Dışişleri geleneği, zorluklara rağmen hâlâ Türkiye’nin en önemli entelektüel sermayelerinden biridir. Bu birikim sayesinde Türkiye, komşu coğrafyaların tarihsel dinamiklerini ve kültürlerini iyi anlayabilen bir perspektife sahiptir. Örneğin Ortadoğu’da veya Balkanlar’da pek çok ülkeyle yüzyıllara dayanan etkileşimler, Türkiye’nin o toplumlara nüfuz etmesini kolaylaştıran yumuşak güç unsurları barındırır.
İkinci olarak, Türkiye’nin coğrafi avantajı onun jeostratejik öneminin temelidir. Asya ile Avrupa’nın kesişim noktasında, Karadeniz ile Akdeniz’in bağlantı hatlarında bulunan Türkiye, hem bir köprü hem de bir kilit ülke konumundadır. Enerji nakil hatları, ticaret koridorları ve ulaşım ağları bakımından Türkiye vazgeçilmez bir güzergah sunar. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattından TANAP doğalgaz hattına, Çin’in Kuşak-Yol girişimi kapsamındaki Orta Koridor’dan Avrupa-Asya denizyollarına kadar birçok stratejik proje Türkiye’nin coğrafyasını kullanmaktadır. Bu durum, Türkiye’ye ekonomik ve siyasi pazarlık gücü sağlamaktadır. Örneğin Avrupa’nın enerji arz güvenliği tartışmalarında Türkiye’nin bir enerji hub’ı olma potansiyeli, Ankara’nın elini güçlendirmektedir. Keza Suriye ve Irak gibi kriz bölgelerine komşu oluşu, göç hareketleri veya terörle mücadele gibi konularda Türkiye’yi kilit aktör yapmaktadır. Coğrafyanın sunduğu bu avantajı maksimize etmek için, Türkiye’nin transit ticaret, lojistik, turizm ve enerji dağıtımı gibi alanlarda altyapı yatırımlarını ve diplomatik girişimlerini artırması gerekecektir.
Üçüncü olarak, Türkiye’nin sahip olduğu entelektüel kapasite ve insan sermayesi geleceğe dönük en büyük güç kaynaklarındandır. 85 milyona yaklaşan genç ve dinamik nüfusu, iyi eğitim almış insan kaynağı, girişimci iş insanları ve dünyanın dört bir yanına yayılmış diaspora toplulukları ile Türkiye geniş bir etki ağı kurabilir. Özellikle son yıllarda teknolojik atılımlar (örneğin savunma sanayiinde insansız hava araçları geliştirilmesi, yazılım sektöründeki unicorn şirketler vb.), Türkiye’nin küresel arenada rekabetçi olabileceği alanlar yaratmıştır. Akademik alanda Türk üniversiteleri ve düşünce kuruluşları, bölgesel konularda uzmanlaşmış değerli analizler üretebilmektedir. Bu entelektüel birikimi dış politika yapım sürecine entegre etmek, daha sofistike ve öngörülü politikalar geliştirmeye yardımcı olacaktır. Unutulmamalıdır ki, akıl gücü ve bilgi, günümüz dünyasında en az askeri güç kadar önemlidir. Türkiye, kendi tarihini, bölgesini ve küresel dinamikleri tahlil edebilecek beyin gücünü iyi değerlendirmelidir.
Türkiye’nin potansiyelini gösteren somut göstergeler de mevcuttur. Ekonomik büyüklük olarak Türkiye, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biridir ve G20 üyesidir. Diplomatik misyon sayısında dünyada üçüncülüğe yükselmiş olması (252 misyon) küresel çapta çıkarlarını takip etme kapasitesine işaret etmektedir. Askeri bakımdan NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip oluşu ve kendi savunma sanayi altyapısını geliştiriyor olması, sert güç caydırıcılığını desteklemektedir. Kültürel etki açısından Türk markaları, dizileri, müziği ve mutfağı uluslararası bilinirlik kazanmıştır. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, Türkiye’nin bölgesel bir güçten küresel bir aktöre evrilebilme potansiyeli belirginleşmektedir. Ancak potansiyelin realize edilmesi, vizyoner bir strateji ile mümkündür.
Zihinsel ve Kurumsal Kapasite İnşası
Türkiye’nin dış politika mimarisini istenen yönde dönüştürebilmesi için zihinsel ve kurumsal kapasite inşasına ihtiyaç vardır. Zihinsel dönüşümden kasıt, karar alıcıların ve toplumun dış politikaya bakışındaki paradigmanın güncellenmesidir. Soğuk Savaş döneminin ikili blok mantığı veya 2000’lerdeki aşırı idealist retorik yerine, bugün çok katmanlı ve hızlı değişen bir dünyada yaşadığımız gerçeği kabullenilmelidir. Bu da stratejik düşünce kültürünün yaygınlaşması ile mümkündür. Karar alıcılar, kısa vadeli iç politika hesaplarını bir kenara bırakarak, büyük resmi gören ve sabırla uygulanan stratejiler geliştirmelidir. Toplum da dış politikayı günlük politik kavgaların malzemesi olmaktan ziyade ulusal çıkarların ortak paydası olarak görmelidir. Bu amaçla, kamu diplomasisi yoluyla kamuoyuna küresel trendler ve Türkiye’nin seçenekleri doğru anlatılmalıdır. Medyada ve eğitim müfredatında dış politika okuryazarlığını artıracak adımlar atılabilir; böylece popülist söylemlerin toplumda karşılık bulması zorlaşacaktır.
Kurumsal kapasite inşası ise, dış politika yapım ve icra süreçlerine dahil olan kurumların güçlendirilmesini içerir. Özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın kurumsal hafızası ve liyakat esaslı kadroları, tutarlı bir dış politika için hayati önemdedir. Son yıllarda sayıca büyüyen diplomatik ağımızı (yeni büyükelçilikler, başkonsolosluklar) niteliksel olarak da desteklemek gerekecektir. Genç diplomatların yetiştirilmesi, zor bölgelerde uzmanlık kazanılması, dil ve ülke uzmanı personelin artırılması sağlanmalıdır. Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri, Milli Savunma, MİT ve Ticaret gibi ilgili kurumlar arasında koordinasyon mekanizmaları güçlendirilmelidir. Dış politikada bütüncül bir devlet yaklaşımı (whole-of-government approach) benimsenirse, askeri, diplomatik ve ekonomik araçlar aynı hedefe yönelik uyum içinde kullanılabilir. Örneğin Milli Savunma Bakanlığı’nın yürüttüğü bir güvenlik işbirliği projesi ile TİKA’nın kalkınma programları ve Dışişleri’nin siyasi diyaloğu, hedef ülkede ortak bir strateji etrafında şekillenmelidir. Bu da merkezi bir stratejik planlama mekanizmasının varlığını gerektirir. Belki Cumhurbaşkanlığı bünyesinde, belki Dışişleri içinde güçlü bir Stratejik Araştırmalar ve Öngörü birimi oluşturularak, düzenli risk analizleri ve senaryo çalışmaları yapılabilir.
Kurumsal kapasitenin bir diğer boyutu, kurumlar arası istişare ve şeffaf karar alma süreçleridir. Dış politika hedefleri belirlenirken akademisyenlerin, diplomatların, iş dünyasının ve sivil toplumun da dahil edildiği istişareler, alınan kararların kalitesini artırır. Stratejik konseyler veya dış politika çalıştayları ile çeşitli bakış açıları politika yapıcılara sunulabilir. Böylece, dar bir bakış açısının yol açacağı hatalar minimize edilir. Örneğin, Avrupa Birliği ile ilişkilerden sorumlu birimler, sadece bürokratların değil, iş insanları ve sivil toplum temsilcilerinin de görüşlerini alarak daha kapsayıcı stratejiler geliştirebilir.
Ayrıca, kurumsal süreklilik sağlamak adına dış politika kararlarında mümkün olduğunca partiler üstü bir çizgi tutturulmalıdır. Hükümetler değişse bile temel çıkar tanımları ve uzun vadeli hedefler değişmemelidir. Bunu temin etmek için, Meclis’te dış politika üzerine daha fazla ortak akıl zemini oluşturulabilir, belki dönemsel “Dış Politika Beyaz Kitabı” hazırlayıp yayımlamak gibi uygulamalar hayata geçirilebilir. Bu sayede, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının partiler üstü mutabakatla sahiplenildiği bir ortam tesis edilecektir.
Son olarak, zihinsel ve kurumsal kapasite inşasında seküler ve entelektüel yaklaşımın önemi vurgulanmalıdır. Dış politikada dini-mezhepsel referanslar veya komplo teorilerine dayalı yaklaşımlar, soğukkanlı analiz yeteneğini zayıflatır. Türkiye, kendi tarihinden de biliyor ki, dış ilişkilerde başarı rasyonel devlet aklının ürünüdür. Osmanlı’nın son döneminde veya Cumhuriyet’in kuruluşunda yetişen hümanist ve rasyonel diplomat kuşakları, ideolojik dogmalardan ziyade milli çıkarlara ve gerçekçi analizlere önem vermişlerdir. Günümüzde de gerek iktidar gerek muhalefet çevrelerinde dış politika konularında aklı selim, uzmanlığa dayalı ve seküler bir söylemin hakim olması gerekir. Bu, hem ülkenin dünyada yanlış algılanmasını engeller hem de içeride kutuplaşma olmadan politika üretmeyi kolaylaştırır.
Sonuç
Türkiye’nin dış politikasının geleceği, popülizmden arınmış akılcı bir vizyonun inşasına bağlıdır. Realpolitik, stratejik sabır ve jeoekonomik vizyon ekseninde şekillenen bir yaklaşım, ülkemize uluslararası arenada saygınlık ve etkinlik kazandıracaktır. Popülist reflekslerin terk edilerek uzun vadeli ulusal çıkarlara odaklanılması, ani çıkışlar yerine çok katmanlı planların yapılması elzemdir. Küresel güç dengelerindeki kaymanın yarattığı fırsatları değerlendirirken riskleri yönetecek soğukkanlılık ve esneklik göstermek gerekecektir. Başarının ölçütleri, askeri zaferlerden ziyade ekonomik entegrasyon, kültürel nüfuz ve karar alma özerkliği ile tanımlanmalıdır. Diplomasi, ekonomi ve kültür alanındaki araçlarını ustaca kullanan bir Türkiye, sert gücünü ancak gerektiğinde devreye sokarak hem bölgesinde barışı ve istikrarı tesis edebilir hem de kendi çıkarlarını maksimize edebilir.
Bütün bunların hayata geçirilmesi ise ancak gerekli zihni dönüşüm ve kurumsal kapasite inşasıyla mümkün olacaktır. Stratejik düşünceye sahip, liyakatli kadrolarla donatılmış, toplumun geniş kesimlerinin desteğini alan bir dış politika mimarisi, Türkiye’yi 21. yüzyılda gerçek anlamda küresel bir aktör konumuna yükseltebilir. Türkiye’nin tarihsel birikimi, coğrafi konumu ve insan kaynağı bu potansiyele fazlasıyla uygundur. Bu potansiyeli gerçekleştirmek için artık duygusal tepkiselliği geride bırakan, yerine rasyonaliteyi ve vizyonerliği koyan bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Böyle bir yaklaşım benimsendiğinde, Türkiye’nin dış politikada stratejik derinliği gerçek anlamıyla tesis edilecek; uluslararası sistemde söz sahibi, itibarlı ve nüfuzlu bir Türkiye hedefi ulaşılabilir hale gelecektir.
Kaynakça
- Global Policy Journal. (2023). Populism and Foreign Policy: Between Symbolism and Strategy.
- Belfer Center for Science and International Affairs. (2022). Strategic Patience in a Multipolar World. Harvard Kennedy School.
- GIS Reports. (2023). Turkey’s Foreign Policy Reset: Realism over Rhetoric.
- Middle East Institute (MEI). (2022). Turkey’s MENA Strategy Post-Arab Spring.
- Reuters. (2021). Turkey’s BRICS Signal to the West: Strategic Autonomy in the Making?.
- Anadolu Ajansı (AA). (2023). Afrika Açılımı: Türkiye’nin Kıtadaki Büyükelçilik Sayısı 44’e Ulaştı.
- TRT World Research Centre. (2022). The Rise of Turkish Soft Power: Cultural Exports and Public Diplomacy.
- Lowy Institute. (2024). Global Diplomacy Index 2024: Measuring the World’s Diplomatic Footprint.
- Anadolu Ajansı (AA) – Analiz. (2022). Türkiye’nin Karadeniz Tahıl Anlaşmasındaki Rolü.
- UNCTAD & World Trade Organization (WTO). (2023). Turkey’s Trade with BRICS Countries: Growth Trends 2012–2022.
- The Washington Institute for Near East Policy. (2024). Between Israel and Turkey: Implications of the New Syria – Part I.
- Al-Monitor. (2021). Turkey’s Balancing Act Between NATO and Russia: Limits and Leverage.
- The New Arab. (2025). How the US-China Trade War Could Impact the Middle East.
- TİKA – Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı. (2023). Afrika’daki Kalkınma İşbirlikleri ve Proje Raporu.
- Yunus Emre Enstitüsü. (2022). Kültürel Diplomasi Faaliyet Raporu.
- Maarif Vakfı. (2022). Yurtdışı Eğitim ve Kültürel Temsil Verileri.
- Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI). (2023). Turkey’s Military Spending and Arms Development.
- SETA Vakfı. (2023). Çok Kutuplu Dünyada Türkiye’nin Dış Politika Seçenekleri.
- Chatham House. (2022). Middle Powers in a Fragmented Global Order: Turkey’s Place.
- İKV – İktisadi Kalkınma Vakfı. (2023). Gümrük Birliği Güncellemesi ve Türkiye-AB İlişkileri.
- Carnegie Europe. (2021). Turkey’s Strategic Autonomy: Myth or Possibility?
- OECD Development Centre. (2023). Emerging Partners and South-South Cooperation: Turkey’s Role in Africa.
Yazar: Burak Can Çelik / Siyasi Analist