Türkiye’de Siyasal Rejimin Son 20 Yıllık Dönüşümü – II: Yeni Vesayet Denemesi ve Parti-içi Konsolidasyon (2011-16)

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Türkiye’de Siyasal Rejimin Son 20 Yıllık Dönüşümü – II: Yeni Vesayet Denemesi ve Parti-içi Konsolidasyon (2011-16)

19 Mart’ta başlayan süreçle ilişkili olarak Türkiye’de siyasal rejimin son 20 yılda nasıl dönüştüğünü incelediğim yazı dizime, ikinci yazımda 2011-16 arasını ele alarak devam ediyorum. Bu dönemde bugünkü rejimin ortaya çıkışını hazırlayan üç temel kırılma oldu: Birincisi, AKP ile Fethullahçı Örgüt (FÖ) arasında deyimi yerindeyse bir “savaş” yaşandı. İkincisi, Erdoğan cumhurbaşkanı olarak parti içerisindeki rakiplerini tek tek pasifize etti. Üçüncüsü de siyasal iktidarın çoğunlukçu-otoriter eğilimlerine karşı bir halk isyanı patlak verdi.

AKP-FÖ Savaşının Başlaması

Bir önceki yazımda ortaya koyduğum üzere, 2012 yılına gelindiğinde AKP üç kez üst üste seçim kazanmış siyasal meşruluğu zirvede bir parti olarak devletin yasama ve yürütme organlarını kontrol etmekteydi. Cumhurbaşkanlığı makamında eski AKP’li bir isim oturmaktaydı. Atatürkçü yüksek ordu ve yargı ya tasfiye edilmiş ya da pasifize edilmişti. Ancak, AKP tüm bunları tek başına değil bürokrasi içerisindeki müttefikleri olan Fethullahçı Örgüt’le beraber gerçekleştirmişti. Dolayısıyla ortada bir AKP-FÖ koalisyonu vardı. Ne var ki, ortak düşman Atatürkçü yüksek bürokrasi ortadan kalkınca koalisyonun ortaklarının birbirine düşmesi uzun sürmedi. AKP hükümetinin bazı Fethullahçı kadroları görevden almak istemesi üzerine Fethullahçı savcılar 2012 yılının Şubat ayında dönemin MİT müsteşarı Hakan Fidanı ifadeye çağırdı. Fidan ifadeye gitmedi ve AKP hızla MİT müsteşarının ifadeye çağrılmasını başbakanın onayına bağlayan bir yasa geçirdi. Olay büyümeden ve kamuoyunda alenileşmeden kapatıldı ancak artık ortaklar arasında savaş başlamıştı.

Savaşa Gezi Arası

AKP ile FÖ arasındaki gerilimin adım adım tırmandığı bir dönemde beklenmedik bir hadise patlak verdi. Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan bir kent projesine çevrecilerin karşı çıkması ile başlayan olaylar, polisin çevrecilere orantısız ve sert bir şekilde müdahale etmesi sonucu büyüdü ve kontrolden çıktı. Polisin tavrına bir de dönemin başbakanı Erdoğan’ın göstericileri hedef alan nobran tavrı eklenince Türkiye en az bir ay boyunca başta Taksim olmak üzere meydanların dolup taşmasına ve kitlesel sokak protestolarına tanıklık etti. Olaylar ilk etapta kent projesine ve polisin orantısız müdahalesine karşıymış gibi görünse de, daha altta yatan neden AKP hükümetinin özellikle 2011’deki üçüncü seçim galibiyeti sonrasında kendisini iyice gösteren çoğunlukçu ve otoriter yönetim tarzıydı. Bu “ben çoğunluğun temsilcisiyim istediğimi yaparım, siz azınlıksınız boyun eğip kabullenmek zorundasınız” anlayışına dayalı yönetim tarzı özellikle Başbakan Erdoğan’ın söylemlerine yansımaktaydı. İşte Gezi Parkı protestoları, CHP’nin ve kısmen dönemin BDP ve MHP’sinin tabanını oluşturan kentli-eğitimli-laik-genç kesimin bu “çoğunluğun despotizmi” anlayışına verdikleri kitlesel bir tepkiydi. Halk isyanı sonuçta bir erken seçim veya iktidar değişikliğine yol açmamakla beraber iktidarı oldukça tedirgin etti ve Taksim’deki kent projesinden vazgeçildi.

Fethullahçı Vesayet Girişimi

Gezi Parkı protestoları yoğun geçen birinci ayın ardından üç ay içerisinde adım adım sönümlendi. Sonrasında devlet içerisindeki AKP-FÖ savaşı kaldığı yerden devam etti. Gezi Parkı protestolarını laik kesimin iktidarı halk ayaklanması ile devrime girişimi olarak gören iktidar bloğunun bazı isimleri “ortak düşman” vurgusu yaparak Erdoğan ile Fethullahçıların arasını bulmaya çalışsa da bu fayda etmedi. 2013’ün Kasım ayında AKP, Fethullahçı kadroların belkemiğini oluşturan dershaneleri kapatmak için hazırlıklara başladı. Bunun üzerine Fethullahçı medya ilk kez açıktan AKP hükümetine muhalefet etmeye başladı. Sonrasında ise Fethullahçı savcıların birincisi 17 Aralık ikincisi 25 Aralık’ta olmak üzere hem mevcut hükümetin bakanlarını hem de Erdoğan’ın yakın çevresini hedef alan iki büyük yolsuzluk operasyonu geldi.

17-25 Aralık yargı operasyonlarındaki temel strateji Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlardakilerle oldukça benzerdi. Kısmen doğru kısmen uydurma suçlar üzerine bir dava dosyayı hazırlanıp, bu dosya üzerinden yürütülen yargı süreciyle düşman iktidar odağı sindirilmeye ve boyun eğdirilmeye çalışılıyordu. Bu defa sindirilmeye çalışılan seçilmiş bir hükümet olduğu için aslında bu yeni bir vesayet kurma girişimiydi. Ancak, operasyonlar FÖ’nün istediği gibi ilerlemedi. Erdoğan geri adım atmadı ve hem yasama gücünü hem de Emniyet ve Yargı üzerindeki yetki ve nüfuzunu kullanarak operasyonların ilerlemesini engelledi. Bu noktadan sonra devletin Fethullahçı kanadıyla hükümete bağlı kanadı arasında bir mücadele başladı. Siyasi iktidar benzer operasyonların tekrarlanmaması için Emniyet ve Yargı içinde gerekli önlemleri almaya çalışırken Fethullahçılar da çeşitli hamlelerle iktidarı hem ulusal hem de uluslararası kamuoyu önünde zor duruma düşürmeye çalışmaktaydı. Fethullahçıların bu hamlelerinden kamuoyunda en çok ses getireni Suriye’deki iç savaşa giden MİT tırlarının ifşa edilmesi ve 17-25 Aralık operasyonlarındaki yolsuzluk içerikli ses kayıtlarının internette yayınlanması oldu.

2014’teki yerel seçimlere böyle bir ortamda gidildi. Yerel Seçim artık “yerel” olmaktan çıkmış halkın AKP hükümetine güvenoyu verip vermemeyi tercih edeceği bir referanduma dönüşmüştü. Nitekim, seçimde AKP %43.4 oy alıp anlamlı bir oy kaybı yaşamayınca ve İstanbul ve (kısmen şaibeli olmakla beraber) Ankara belediyelerini elinde tutmayı başarınca bu durum kamuoyunda yolsuzluk soruşturmalarına rağmen halkın halen AKP’nin arkasında olduğu mesajı olarak algılandı. AKP, 2007’de olduğu gibi bürokrasinin önüne koyduğu engelleri gene seçimle aşmıştı. Atatürkçü bürokrasinin yerine geçmeye çalışan Fethullahçı Örgüt’ün vesayet girişimi bu şekilde engellenmişti. Bu noktadan sonra artık AKP atağa, yargı operasyonları sonuç vermeyen FÖ ise savunmaya geçti. Devlet içindeki eski milliyetçi ve ulusalcı kadrolarla da ortak hareket etmeye başlayan AKP, yargı ve yürütme gücünü kullanarak Fethullahçı kadroları adım adım bürokrasiden temizlemeye başladı. Ancak, FÖ’nün kullanacağı son bir kozu daha vardı.

Parti-içi Otoriter Konsolidasyon

2014 yılının ikinci yarısından itibaren, FÖ tamamen tasfiye edilmese de büyük oranda gücünün kırılmasıyla beraber, Erdoğan parti-içi rakiplerini pasifize edip gücünü pekiştirme sürecine başladı. Bunun ilk adımı yeni cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. İlk yazımda belirttiğim üzere, 2007’deki anayasa değişikliği ile bir sonraki cumhurbaşkanını artık meclis değil doğrudan halk seçecekti. 2014’teki seçimde Erdoğan’ın karşısına CHP ve MHP’nin ortak adayı olarak çıkan Ekmeleddin İhsanoğlu pek bir varlık gösteremedi. Erdoğan cumhurbaşkanlığı makamına oturarak devlet üzerindeki hakimiyetini artırdı.

Ancak, bu noktada Erdoğan açısından önemli bir sorun, cumhurbaşkanını halk seçse bile yetkilerinin halen kısıtlı olmasıydı. Asıl yetki başbakanlık makamındaydı. Bu sebeple Erdoğan bu makama cumhurbaşkanı olmadan önce AKP’nin ikinci adamı olan mevcut cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gelmesini bilinçli olarak engellemeye çalıştı. Gül’ün AKP’nin olağanüstü kongresinde genel başkan seçilerek başbakan olması Erdoğan’ın hem genel düzeyde iktidar bloğu hem de parti içerisindeki gücünü sınırlayan ciddi bir karşı ağırlık merkezi oluşturabilirdi. Bununla beraber, Gül olmasa bile yeni AKP genel başkanının tamamen “Erdoğan’ın emir eri” görünümünde bir ismin olması da (henüz) uygun olmazdı. Sonuçta eski dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nda karar kılındı. AKP’nin olağanüstü kongresi Gül’ün aday olamaması için bilinçli olarak cumhurbaşkanlığı süresinin bitişinden bir gün önce yapıldı ve kongrede Davutoğlu genel başkan (ve dolayısıyla başbakan) seçildi. Zaten savaşçı bir karakteri olmayan Gül durumu kabullendi ve kenara çekildi.

2015’teki genel seçimlere AKP Ahmet Davutoğlu’nun genel başkanlığında gitti. Bu seçim Erdoğan ve AKP açısından tedirgin edici bir yol kazası oldu. Seçim sonucunda AKP bir önceki seçime göre %9 oy kaybetti ve meclise dördüncü parti olarak HDP’nin de girmesinin etkisiyle tek başına meclis çoğunluğunu kaybetti. Artık AKP’nin hükümet kurabilmesi için meclisteki bir partiye daha ihtiyacı vardı. AKP’ye ideolojik olarak en yakın parti olmakla beraber ilginç bir kararla MHP lideri Bahçeli seçimin hemen ertesinde koalisyon ihtimaline kapıları kapadı. İktidar o dönemde Kürt hareketiyle bir çözüm süreci yürütmekle beraber HDP’nin koalisyon ortağı olması devlet içerisinde güçlü tepkilere neden olabileceği için bu da ihtimal dışıydı. Geriye sadece CHP ihtimali kalıyordu. CHP ile koalisyon görüşmeleri çok geçmeden başladı. Davutoğlu kendi göreceli pozisyonunu güçlendireceği için AKP-CHP koalisyonunun kurulmasını istiyordu. Ancak Erdoğan bu koalisyona tamamen karşıydı çünkü böyle bir koalisyon hem kendisini yetkileri sınırlı cumhurbaşkanlığında pasifize edecek hem de o güne dek sürdürdüğü CHP karşıtı kutuplaşma stratejisine ters düşecekti. Sonuçta Erdoğan’ın kapı arkası müdahaleleri sonucu koalisyon kurulamadı. Yapılan kamuoyu araştırmaları ise AKP’deki oy kaybının iki nedeni olduğunu gösteriyordu. Birincisi çözüm süreci nedeniyle MHP’ye kayan milliyetçi oylar, ikincisi de baraj sorunu yaşayan HDP’nin baraj altı kalmaması için HDP’ye kayan Kürt oyları. Bunu gören Erdoğan çözüm sürecini derhal bitirdi ve koalisyon kurulamadığı gerekçesiyle anayasa gereği seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Sonuçta yenilenen seçimlerde AKP kaybettiği oyları geri kazandı ve 2011’deki genel seçime çok yakın bir oy oranıyla tekrar tek başına iktidar oldu.

Yol kazasının atlatılmasıyla beraber Erdoğan parti-içi güç konsolidasyona kaldığı yerden devam etti. Erdoğan, AKP genel başkanlığı ve başbakanlık için Gül’ün yerine daha düşük bir profil olan Davutoğlu’nu tercih etmiş olmakla beraber, Davutoğlu da elindeki geniş yetkileri kullanarak zamanla parti içerisinde güç biriktirebilecek bir isimdi. Nitekim biriktirmeye başlamıştı da. Ayrıca, Erdoğan’ın keyfi ve otoriter yönelimlerine karşı Davutoğlu demokrasi ve hukuk devletinden yana tutumlar alarak onu birçok konuda sınırlayabilmekteydi. Bu durum zamanla iktidar çevresi içerisindeki Erdoğan’a bağlı kesimleri rahatsız etmeye başladı. Nitekim, 1 Mayıs 2016’da Pelikan Dosyası isimli bir internet blogunda, Erdoğan’a bağlı gazeteciler tarafından yazıldığı anlaşılan ve içerisinde Davutoğlu’na yönelik sert eleştirilerin olduğu bir bildiri yayınladı. Bu bildiriden üç gün sonra ise Erdoğan ile Davutoğlu Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda olağanüstü bir görüşme yaptı ve görüşme sonunda Davutoğlu AKP genel başkanlığı ve başbakanlıktan istifa etti. Yerine Erdoğan’ın sözünden çıkması mümkün olmayan bir profil olarak Binali Yıldırım getirildi.

2016 yılının ikinci yarısına gelindiğinde AKP içerisinde Erdoğan’a meydan okumayı geçelim “özgül ağırlığı” olan bir isim dahi kalmamıştı. Erdoğan, 2002’deki “eşitler arası birinci” konumunu “partinin tek ve tartışmasız lideri”ne dönüştürmüştü. Ayrıca, artık devlet içerisinde kendisini sınırlayabilecek Atatürkçü yüksek bürokrasi veya Fethullahçı Örgüt gibi bir oluşum/yapı da yoktu. Sistem artık fiilen bir tek adam rejimi olmuştu ama bu durum henüz hukuki bir hüviyet kazanmamıştı. Erdoğan yasal olarak halen sınırlı yetkili cumhurbaşkanıydı. Ne var ki, bu durum da Fethullahçıların son kozlarını oynayarak bir askeri darbeye teşebbüs etmeleri sonrasında değişecekti. Bu da üçüncü yazımın konusu olacak.

Yazar: Dr. Emrah Gülsunar

Makalenin birinci ve üçüncü bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz:

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)