19 Mart’taki yargı darbesi Türkiye siyasetinde yeni bir dönüm noktası oldu. Öyle ki, 19 Mart’ta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ona bağlı yüz civarı üst düzey yöneticinin tutuklanmasıyla başlayan süreçle Türkiye’de siyasal rejim tekrardan bir değişim içerisine girdi. Siyaset bilimi literatüründe son 10 yıldır “rekabetçi otoriter” olarak adlandırılan rejim “hegemonik otoriterliğe” geçiş yapmaya başladı. Eğer bu geçişe dur denilemezse ve otoriter konsolidasyon süreci nihayete ererse Türkiye’de Rusya tipi tam otoriter bir siyasal rejim kurulmuş olacak. Hatta öyle anlaşılıyor ki, Azerbaycan-tipi babadan oğula fiili bir hanedanlık rejimi bile olasılıklar arasında.
Elbette ki Türkiye bu noktaya bir günde gelmedi. Aslında 2007’den beri Türkiye belli dönemlerde hızlanan belli dönemlerde yavaşlayan bir siyasal rejim değişikliği içerisinde. O yüzden bu yazı dizisinde Türkiye’nin son 20 yılındaki rejim değişikliği sürecini ve bu süreçteki önemli siyasi gelişmeleri siyaset bilimi perspektifinden ele almaya karar verdim. Dizinin bu ilk yazısında 2002 ile 2011 yılları arasında Atatürkçü yüksek ordu ve yargı bürokrasisinin tasfiye edilmesini ve bu şekilde vesayet koşullarındaki demokratik rejimden nasıl çoğunluğun despotizmi anlayışına dayalı otoriter bir rejime geçişin kapısının açıldığını ele alacağım.
Birinci Perde: Cumhurbaşkanlığı Krizi
AKP 2002’de iktidara %10 seçim barajının yardımıyla anayasayı değiştirme gücüne sahip büyük bir meclis çoğunluğu ile geldi. Ancak, o dönemde devlete Atatürkçü ordu ve yargı bürokrasisi hakimdi. AKP ilk yıllarında devlet ile herhangi bir çatışmaya girmekten özellikle kaçındı. Daha çok 1990’lardan beri süregen Avrupa Birliği reformlarını devam ettirdi ve bu şekilde Atatürkçü ordu ve yargı elitinin alanını sınırlamaya çalıştı. Ancak, 2007’de görev süresi dolacak olan Ahmet Necdet Sezer’in yerine seçilecek yeni cumhurbaşkanını belirleme süreci AKP hükümeti ile Atatürkçü yüksek bürokrasi arasında bir çatışma ve krize yol açtı. Türkiye’de siyasal rejimin değişimi ilk kez bu süreçle başladı.
Meclis çoğunluğuna sahip olan AKP aslında yasal olarak yasal kriterlere uygun istediği kişiyi cumhurbaşkanı yapma yetkisine sahipti. Ancak, Atatürkçü yüksek ordu ve yargı bürokrasisi ve onunla eşgüdümlü hareket eden dönemin CHP’si “Cumhuriyet’in temel niteliklerini” benimsememiş (ve özellikle eşi başörtülü) birisinin cumhurbaşkanı olmasına şiddetle karşı çıkmaktaydı. Bunu engellemek için 2007 yılının Nisan ayından itibaren CHP tabanı Atatürkçü bürokrasiyle beraber Cumhuriyet Mitingleri’ni düzenlendi; sonrasında ise TSK internetten muhtıra anlamına gelecek bir bildiri yayınladı ve en son Anayasa Mahkemesi tartışmalı “367 vekil” kararıyla meclisteki cumhurbaşkanlığı oylamasını iptal etti. Atatürkçü yüksek bürokrasi ile CHP’nin AKP’li bir ismi cumhurbaşkanı seçtirmeme hamlesine AKP erken seçim kararı alarak yanıt verdi. Temmuz ayındaki genel seçimlerde oylarını %46.6’ya yükselten AKP büyük bir zafer kazandı Bu sonuçla halk cumhurbaşkanlığı krizinde AKP’nin arkasında olduğu mesajını vermiş oluyordu.
Seçimin en önemli sonuçlarından birisi AKP ve CHP’ye ek olarak MHP’nin de seçim barajını geçerek meclise girmesi oldu. AYM’nin oylamada 367 vekil hazır bulunmadığı için ilkini iptal ettiği cumhurbaşkanlığı oylamasına bu kez hem AKP hem MHP katıldı ve böylece vekil sayısı 367’yi geçti. Bu şekilde üçüncü tur oylamanın sonunda salt çoğunlukla Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Ayrıca, aynı yılın Ekim ayında gerçekleştirilen bir referandumla bundan sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilerek bir sonraki cumhurbaşkanı seçiminden itibaren fiilen yarı-başkanlık sistemine geçilmiş oldu. Atatürkçü yüksek bürokrasinin bu gelişmelere tepkisi ise, 2008 yılının Şubat ayında düzenlenen büyük bir Anıtkabir Mitingi’nin ardından Mart ayında Yargıtay Başsavcılığı eliyle AKP’ye “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” suçlamasıyla kapatma davası açmak oldu. Dava aynı yılın Temmuz ayında sonuçlandı. AKP suçlu bulunmakla beraber bir oy farkla parti kapatılmadı, sadece hazine yardımının kesilmesi ile yetinildi.
İkinci Perde: Fethullahçılarla Birlikte Karşı Saldırı
Atatürkçü kesimin kendisine karşı hamlelerini bir şekilde savuşturmayı başaran AKP, artık bir yandan yasama ve yürütmeyi elinde tutan ve iki kez üst üste seçimlerde galip gelmesiyle yüksek siyasal meşruluğa sahip bir partiyken, diğer yandan cumhurbaşkanlığı makamını da eline geçirerek devlet üzerinde belli bir kontrol sağlama gücüne ulaşıyordu. Bu tarihten sonra AKP, devletin güvenlik ve yargı kurumları içerisinde gizlice örgütlenmiş ve medya ve sivil toplumda da belli bir ağırlığı olan Fethullahçıların yardımıyla Atatürkçü kesime karşı atağa geçecekti. Bu noktada, AKP’ye açılan kapatılma davasının sonuçlanmasının ve Ergenekon operasyonlarının başlamasının ikisinin de 2008 yılının Temmuz ayına denk gelmesi elbette ki bir tesadüf değildi.
İslami hareketin bir kolu olan Fethullahçılar, diğer cemaatler gibi kendisini din ve eğitimle sınırlamayan, aynı zamanda devleti ele geçirmeyi ve yönetmeyi amaçlayan bir cemaatti. Bu doğrultuda, bir iktidar stratejisi olarak demokratik siyaseti değil, II. Abdülhamid döneminin İttihatçılarını andıran bir biçimde, gizli örgütlenme geleneğini esas almıştı. Türkiye’nin kuruluşundan beri devlet bürokrasisi Atatürkçüydü. Bu bürokrasi 1950’den sonra gücü demokratik siyasal partilerle paylaşmış ancak “Cumhuriyet’in temel nitelikleri” adına İslamcı hareketlere gene de göz açtırmamış ve bu yönde siyasete müdahale etmekten geri durmamıştı. O yüzden Fethullahçılara göre yapılması gereken devlet içerisinde ve özellikle de devletin en kilit kurumları olan ordu, emniyet, istihbarat ve yargı içerisinde gizlice örgütlenmek ve doğru zaman geldiğinde de devleti tamamen hakimiyet altına almaktı. Bu amaçla Fethullahçı Örgüt (FÖ) 1980’lerin ortalarından başlayarak devlet içerisinde gizli gizli örgütlenmiş ve 2002’de AKP iktidara geldiğinde bu yönde belli bir mesafe de katetmişti.
2002’de AKP iktidara ilk geldiğinde, Atatürkçü bürokrasiye karşı kendi ideolojisine yakın olan devlet içerisindeki Fethullahçı örgütü bir müttefik olarak gördü ve mümkün olduğunca önünü açmaya çalıştı. Ancak, AKP’nin Fethullahçı Örgüt’le olan işbirliği asıl olarak ikinci döneminde kendisini göstermeye başladı. 2006’dan beri Türkiye’de “Danıştay saldırısı”, “Hrant Dink suikasti”, “Zirve Yayınevi katliamı” gibi derin devletin gerçekleştirdiği iddia edilen olay ve provokasyonlar yaşanagelmekteydi. Bu olayların gerçekten derin devlet tarafından mı gerçekleştirildiği yoksa derin devletin gerçekleştirdiğine inanılsın diye Fethullahçı Örgüt’ün mü gerçekleştirdiği (ki aslında Fethullahçı Örgüt de bir tür derin devletti) halen bilinmemektedir. Hangisi olursa olsun, Türkiye’de bir derin devletin olduğu ve onun Türkiye’nin demokratikleşmesi önünde büyük bir engel oluşturduğu algısının güçlü olduğu bir dönemde, Atatürkçü kesimin kendisine yönelik saldırılarını savuşturan AKP-FÖ ittifakı, Atatürkçü yüksek ordu ve yargı bürokrasisine karşı saldırıya geçti. 2008 yılından itibaren büyük oranda generallere ve subaylara dönük Ergenekon, Balyoz gibi yargı operasyonlarıyla Atatürkçü ordu hem sindirildi hem de komuta kademesi dizayn edilmeye çalışıldı. Bu operasyonlarla birlikte ordu “Cumhuriyet’in temel niteliklerini” koruyabilecek herhangi bir hamle yapamaz oldu. Ordudan sonra ise sıra yargıya geldi. 2010’daki anayasa referandumu açık bir şekilde yüksek yargıdaki Atatürkçü hakimiyeti kırmayı hedefliyordu. Referandumun halktan geçmesiyle beraber ordu gibi Atatürkçü yüksek yargı bürokrasisi de pasifize edildi.
2011 itiaberiyle artık devletin Atatürkçü niteliği kağıt üstünde devam etmekle beraber fiilen ortadan kalkmıştı. “Cumhuriyet’in temel niteliklerini” koruyacak bir yüksek bürokrasi artık yoktu. AKP-FÖ koalisyonu devlete hakimdi. Böyle bir ortamda yapılan 2011’deki genel seçimleri AKP oylarını %49.8’e artırarak tekrar kazandı. Böylece tek parti iktidarını sürdürdü ve gücünü daha da pekiştirdi. Seçimden bir ay sonra Fethullahçı Örgüt’ün Atatürkçü generallere yönelik yargı operasyonlarına tepki olarak Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve ona bağlı kuvvet komutanlarının istifa etmesi kısmi bir devlet krizi çıkardı. Ancak, kriz istifa etmeyen Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel’in ordu teamülleri çiğnenerek genelkurmay başkanı yapılmasıyla fazla zorlanılmadan aşıldı. Böylece, o dönemde pek farkında olunmasa da, Türkiye’de 1960’tan beri varolan askeri vesayet rejimi sonlanmış oluyordu.
Öte yandan, sivil ve demokratik siyaset üzerindeki Atatürkçü ordu ve yargı vesayetinin kalkması, o dönemde çok dillendirildiği gibi Türkiye’nin demokratikleşmesine değil, tam aksine otoriterleşmesine yol açtı. Bu meseleyi, AKP ile Fethullahçılar arasındaki rejim içi savaşla beraber bir sonraki yazımda ele alacağım.
Yazar: Dr. Emrah Gülsunar