Türkiye’de Cihatçılık ve Radikalizm: İdeolojik, Güvenlik ve Terör Perspektifleri

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Türkiye’de Cihatçılık ve Radikalizm: İdeolojik, Güvenlik ve Terör Perspektifleri

Giriş

Türkiye, jeopolitik konumu ve tarihsel mirası nedeniyle cihatçılık ve radikal İslamcılık olgularıyla dönem dönem yüzleşmiş bir ülkedir. Cihatçılık, İslam dininin radikal yorumlarına dayanarak şiddet kullanımıyla “kutsal savaş” yürütmeyi savunan ideolojiyi tanımlarken, radikalizm ise toplumsal düzeni kökten değiştirerek şiddet dahil her yolu meşru gören uç ideolojik tutumları ifade eder. Bu makalede Türkiye’deki cihatçılığı ve İslamcı radikalizmi ideolojik, güvenlik ve terör boyutlarıyla ele alan kapsamlı bir analiz sunulacaktır. Konu, belirli bir olaya indirgenmeden tarihsel, sosyolojik ve siyasal bağlam içinde değerlendirilecek; devletlerin ve aktörlerin çıkar temelli (realpolitik) yaklaşımları özellikle vurgulanacaktır. Türkiye’de İslamcı radikalizmin gelişimi, dış etkenlerin (Afganistan ve Suriye savaşları, Körfez ülkeleri ve Batı politikaları) rolü, devlet ile radikal yapılar arasındaki çatışma ve kesişme alanları, güvenlik politikaları ve toplumsal etkiler, akademik düzeyde ancak genel okuyucunun da anlayabileceği bir üslupla incelenecektir.

İdeolojik Arka Plan

Türkiye’de hakim olan İslam anlayışı tarihsel olarak Hanafi-Maturidi geleneğine ve tasavvufî yorumlara dayalı Anadolu Sünniliğidir. Bu gelenek, dinin katı ve literalist yorumlarındansa yoruma dayalı, yerel kültürle uyumlu bir İslam anlayışını benimsemiştir. Bu nedenle Ortadoğu’da görülen selefi-cihatçı ideolojilerin Türkiye toplumunda yerel bir taban bulması zorlaşmıştır. Nitekim araştırmalar, Türkiye’de otantik anlamda Selefi düşünceye bağlı bir hareket bulunmadığını, geleneksel Türk-İslam anlayışının bu tür akımlara izin vermediğini ortaya koymaktadır. Selefilik, Kur’an ve Hz. Muhammed’in ilk dönem sahabe neslinin yaşam pratiğini değişmez kural kabul eden katı bir ideoloji olduğu için dinin bireysel yorumunu reddeder; yaşamın her alanını dinî kurallarla kuşatmaya çalışır. Bu kesin ve dışlayıcı tutum, şiddet ve nefreti besleyebilmektedir. Türkiye’de selefi-cihatçı ideolojiyi dışarıdan ithal etme çabaları zamanla görülmüşse de, geleneksel Anadolu İslamı ve toplumsal dokunun direnci, radikal selefi akımların geniş taban bulmasını kısıtlamıştır.

Öte yandan İslamcılık Türkiye’de bütünüyle yabancı bir olgu değildir; fakat ana akım İslamcılık ile cihatçı radikalizm arasında önemli farklar vardır. Osmanlı’nın son döneminden itibaren İslamcı fikir akımları mevcut olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte laiklik prensibi gereği siyasi İslam uzun süre baskılanmıştır. 1950’lerden itibaren İslamcı söylem siyasette yeniden görünür olmaya başlamış, 1970’lerde Millî Selamet Partisi gibi partiler aracılığıyla kurumsal siyasete girmiştir. Ancak bu akımlar demokrasi içinde faaliyet gösteren siyasal İslam çizgisindeydi; şiddeti araç olarak benimseyen radikal cihatçı gruplar ise Türkiye’de özellikle 1980’ler sonrasında filizlenmeye başlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de radikal İslamcı ideolojinin gelişimi incelenirken selefi-cihatçı akımların büyük ölçüde dış kaynaklı ideolojik etkilerle ortaya çıktığı ve zamanla sınırlı da olsa destekçi bulduğu görülmektedir.

Tarihsel Gelişim ve Dönüm Noktaları

Soğuk Savaş Dönemi ve 1980 Öncesi

Türkiye’de cihatçı motivasyonlu şiddetin görünür hale gelmesi 1970’lerin sonuna denk gelir. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’nin en büyük iç tehdit olarak komünizmi görmesi, İslamcı çevrelerin muhafazakâr-milliyetçi iktidarlarca dolaylı destek görmesine yol açmıştır. 1979 öncesinde radikal dinci örgütler belirgin bir güç haline gelmemiş olsa da, İran İslam Devrimi ve Afganistan’daki gelişmeler öncesinde küçük ölçekli bazı İslamcı gruplar mevcuttu. Özellikle 1960’larda ve 70’lerde Nurcular, Milli Türk Talebe Birliği, Akıncılar gibi dini örgütlenmeler aktifti ancak bunlar doğrudan şiddete başvuran cihatçı yapılar değildi. Bununla birlikte, irtica (gericilik) kavramı Türk siyasetinde sürekli bir endişe konusu olmuş; 31 Mart Vakası (1909) ve Menemen Olayı (1930) gibi erken dönem hadiseleri nedeniyle devlet, radikal dini kalkışmalara karşı teyakkuzda kalmıştır. 1970’lerde İslamcı gençlik örgütlenmeleri zaman zaman sol gruplarla çatışmaya girse de, uluslararası cihatçılık fikri henüz Türkiye’de yaygın değildi.

1980’ler: İran Devrimi ve Afgan Cihadının Etkileri

1979 yılı, Türkiye’de İslamcı radikalizmin ideolojik çerçevesinin sertleşmeye başlamasında bir kırılma noktası olmuştur. Bu yıl gerçekleşen İran İslam Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, Türkiye’deki İslamcı çevrelerde büyük yankı uyandırmıştır. İran’daki devrim, İslamcı ideallerin somut bir devlet modeline dönüşebileceğini göstererek Türkiye’deki bazı İslamcılara ilham kaynağı oldu. Her ne kadar Türkiye’deki Sünni-dindar kesimler Şii karakterli İran Devrimi’ne mesafeli yaklaşsa da, devrimin başarısı Müslüman kimliği ekseninde ümmetçi bir dayanışma fikrini güçlendirdi. Bu dönemde İran’ı model alan bazı küçük gruplar ortaya çıkmış, hatta İstanbul’daki İran Konsolosluğu’nun radikal İslamcı gençlerce basılması gibi olaylar yaşanmıştır. Ancak İran Devrimi’nin Şii karakteri ve Humeyni rejiminin ihracı kaygıları, Türkiye’deki Sünni tarikat ve cemaatlerin önemli kısmının bu devrime eleştirel yaklaşmasına da yol açmıştır.

1979’un bir diğer kritik gelişmesi, Sovyet-Afgan Savaşı’dır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgaline karşı verilen Afgan cihadı, tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de dindar kesimleri derinden etkiledi. Afgan direnişçilerinin “kafir” Sovyetlere karşı yürüttüğü mücadele, cihat kavramının küresel ölçekte yeniden canlanmasını sağladı. Türkiye’de o zamana dek içe dönük dini hassasiyetlerle sınırlı kalmış birçok genç, ilk kez ülke dışındaki bir İslami davaya silahlı destek verme fikrine sıcak bakmaya başladı. Pek çok İslamcı genç, bu dönemin etkisiyle Afganistan’a giderek cihada katıldı. Türk basınında Afganistan’daki “Mücahidin” direnişi destansı bir İslami mücadele olarak sunuluyor, bu da Türkiye’deki radikal eğilimli grupları motive ediyordu. Sovyet işgaline karşı direnişin başarıya ulaşması, Müslüman coğrafyalarda yürütülen cihadın zafer getirebileceği düşüncesini perçinledi. Afgan cihadı tecrübesi, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak küresel cihatçı örgütlere Türkiye’den katılımların da ilk tohumlarını attı. Bu dönemde Türkiye’de radikal İslamcı hareketler, modernleşmeye ve seküler düzene karşı daha sert söylemler geliştirmeye ve demokratik süreçten uzaklaşarak şeriat düzeni hedefleyen bir çizgiye yönelmeye başlamıştır.

1990’lar: Radikal Örgütlerin Yükselişi

1990’lı yıllar, Soğuk Savaş’ın bitimiyle oluşan yeni ortamda Türkiye’de radikal İslamcı örgütlerin hem ideolojik hem de eylemsel anlamda görünürlük kazandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan çatışmalar, Türkiye’deki İslamcı radikalleşmeyi besleyen önemli etkenlerdir. Bosna Savaşı (1992-95) ve Çeçenistan’daki çatışmalar (1994-96), Türkiye’deki İslamcı çevrelerde büyük yankı uyandırmış, birçok gönüllü bu coğrafyalardaki Müslümanlara destek vermek üzere savaş bölgelerine gitmiştir. Nitekim Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Kosova gibi yerlere Türkiye’den gidip cihad saflarına katılan kişiler, orada edindikleri radikal çevrelerle temaslarını sürdürerek ülkeye döndüklerinde yeraltı örgütleri kurma potansiyeli taşıyan birer güvenlik riski haline gelmiştir. Bu süreçte uluslararası cihatçı ağlar ile Türkiye menşeli gruplar arasında ilk organik bağlar kurulmaya başlanmıştır.

Türkiye içinde 90’larda ortaya çıkan en önemli radikal İslamcı örgütlerden biri Türk Hizbullahı (İran veya Lübnan Hizbullahı ile karıştırılmamalıdır) idi. 1980’lerin ortalarında kurulan ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde faaliyet gösteren bu yapı, ideolojik olarak bölgede İslamî bir düzen kurmayı hedefliyor, pratikte ise PKK terör örgütüylekanlı bir hesaplaşmaya giriyordu. İlginç bir şekilde, Türk Hizbullahı’nın militanlarının önemli bir kısmı başlangıçta PKK kamplarında eğitim almış kişilerdir; ancak PKK’nın Marksist ve seküler yapısı, ayrıca dindar Kürtlere karşı şiddet uygulaması Hizbullah’ın onlara düşman kesilmesine yol açmıştır. 1990’larda devlet içindeki bazı unsurların da dolaylı olarak Hizbullah’ın PKK ile mücadelesine göz yumduğu ya da yönlendirdiği iddiaları ortaya atılmıştır. Hatta kimi iddialara göre derin devlet, PKK’yı Hizbullah eliyle zayıflatıp ardından Hizbullah’ı tasfiye etme planı gütmüştür. Bu stratejinin sonucu olarak 90’ların ortasında Hizbullah, özellikle Diyarbakır başta olmak üzere bölgede pek çok faili meçhul cinayetin faili olmuş; PKK sempatizanı veya sol görüşlü çok sayıda Kürt sivili infaz etmiştir. Örgüt aynı zamanda 1990’ların ikinci yarısında önde gelen laik kişiler ve güvenlik görevlilerine yönelik suikastler gerçekleştirmiştir. 1993’te gazeteci-yazar Uğur Mumcu1990’da akademisyen Bahriye Üçok1990’da hukukçu Muammer Aksoy gibi aydınların bombalı paketlerle öldürülmesi; 2001’de Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın Diyarbakır’da çapraz ateşle katledilmesi, Türk Hizbullahı ve benzeri radikal grupların eylemleriyle ilişkilendirilmiştir. Bu suikastlar toplumu dehşete düşürürken, faillerinin bulunması yıllar almıştır. Sonunda 2000 yılında Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun İstanbul’da bir operasyonla öldürülmesi ve örgütün arşivinin ele geçirilmesi, bu yapıyı büyük ölçüde açığa çıkarmıştır. Devamında gelen operasyonlarla 2000’lerin başında Hizbullah’ın etkinliği kırılmıştır.

1990’larda etkin olan bir diğer radikal yapı İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi) idi. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu ideolojisinden esinlenen Salih Mirzabeyoğlu liderliğinde oluşan İBDA-C, anti-seküler ve anti-Batıcı bir çizgide, şeriata dayalı bir düzen hedefliyordu. Örgüt, 90’lar boyunca az sayıda da olsa bombalama ve silahlı eylem gerçekleştirdi. Özellikle 1994’te Gaziantep’te bir sinagog bombalanması, 1999’da Akşam Gazetesi binasının bombalanması gibi eylemler İBDA-C militanlarına atfedildi. İBDA-C ayrıca Filistin’de Hamas gibi hareketlere ideolojik yakınlık göstermiş, kendisini küresel İslam ümmetinin bir parçası olarak tanımlamıştır. Afganistan cihadı, bu örgütün kuruluş ilhamlarından biri olmuş; ilk kadroları 1980’lerde Afgan direnişinden etkilenerek silahlı mücadeleye yönelmiştir. Bununla birlikte İBDA-C geniş bir taban bulamamış ve lider kadrosunun yakalanmasıyla 2000’lere girilirken büyük ölçüde dağılmıştır.

Aynı dönem, İran destekli olduğu iddia edilen Tevhid Selam (Kudüs Ordusu) yapılanmasının da ortaya çıktığı bir süreçtir. Bu yapı, İran İslam Devrimi’nden etkilenerek Türkiye’de anti-Siyonist ve Batı karşıtı bir çizgide bazı suikast ve bombalama eylemleri gerçekleştirmiştir. Özellikle İran yanlısı gruplar, 1990’larda İsrail’in Ankara Büyükelçiliği’ne yönelik saldırılar ve bazı Suudi diplomatların öldürülmesi gibi olaylarla anılmıştır. Tevhid Selam örgütlenmesi kapsamında tutuklanan kişilerin bir kısmı daha sonra serbest bırakılmışsa da, 90’lardaki birçok karanlık eylemin faili meçhul kalması bu dönemde İran bağlantılı radikal hücrelerin faaliyet göstermiş olabileceğini akıllarda tutmuştur.

Özetle 1990’lar, Türkiye’de çeşitli fraksiyonlara sahip İslamcı radikal örgütlerin çoğaldığı, bir yandan kendi aralarında (ve etnik bölücü terörle) güç mücadelesine girdikleri, diğer yandan devletin zaman zaman bunları birbirine karşı kullandığı bir dönemdir. Radikal İslamcı terörizm, PKK gibi etnik temelli terörle yer yer rekabet etmiş, yer yer de örtük ittifaklar kurmuştur. Bu karmaşık ilişkiler ağı içinde, Türkiye 90’lı yıllar boyunca hem sol ve etnik terörden hem de dini motivasyonlu terörden çok sayıda kurban vermiştir. Toplum nezdinde bu dönemde “irtica tehdidi” algısı güçlenmiş; laik kesimler İslamcı radikalizmi demokrasiyi ve cumhuriyeti hedef alan bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Bu bağlam, 28 Şubat 1997’de askerî ve sivil bürokrasinin müdahalesiyle sonuçlanan sürece (Post-modern darbe) zemin hazırlamış, radikal dini yapıların devlete sızmasının engellenmesi adına sert tedbirler alınmıştır.

2000’ler: Küresel Cihatçılığın Türkiye’ye Yansımaları

2000’li yılların başı, küresel cihatçılık olgusunun Türkiye’de somut olarak hissedildiği gelişmelere sahne oldu. 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından El Kaide, uluslararası terörizmin odağına yerleşirken Türkiye de bu dalgadan etkilendi. 15-20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’da meydana gelen El Kaide bağlantılı bombalı saldırılar, Türkiye’yi sarsan ilk büyük cihatçı terör eylemleri oldu. İstanbul’da sinagoglar, HSBC Bank genel merkezi ve İngiliz Konsolosluğu’nu hedef alan intihar yüklü kamyon bombaları 60’a yakın can alırken, yüzlerce kişi yaralandı. Saldırıları, El Kaide ideolojisine sahip Türkiye hücresinin gerçekleştirdiği belirlendi. Eylemcilerin bir kısmı Afganistan’da eğitim almış, El Kaide’nin Pakistan/Afganistan’daki lider kadrosuyla irtibat kurmuş Türk vatandaşlarıydı. Bu olay, küresel cihatçı ağların Türkiye’de yerel unsurlar edinebildiğini acı bir şekilde gösterdi. 2000’ler boyunca güvenlik güçleri Türkiye içinde El Kaide’ye müzahir hücrelere yönelik çok sayıda operasyon gerçekleştirdi. 2007’de Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’ne saldırı hazırlığındaki bir El Kaide hücresine baskın yapıldı; 2008’de Gaziantep’te El Kaide’nin Türkiye sorumlularından olduğu belirtilen bir kişi çatışmada öldürüldü. Bu operasyonlar, El Kaide’nin Türkiye yapılanmasının tam anlamıyla ortadan kalkmadığını, yalnızca yer altına çekildiğini ortaya koydu.

Aynı dönemde, Türkiye’de legal görünümlü bazı yapılar radikal eğilimleri beslemekteydi. Özellikle Irak’ın 2003’te ABD tarafından işgali sonrası, Müslüman coğrafyaların Batı tarafından hedef alındığı düşüncesi taban buldu. Bu dönemde Hizb-ut Tahrir gibi cihat yanlısı söylem üreten ama şiddet eylemi gerçekleştirmeyen yapıların propaganda faaliyetleri gözlendi. Hizb-ut Tahrir, hilafetin yeniden tesisi çağrıları yaparken bazı gençleri radikal ideolojiye çekebiliyordu. Yine 2006’da Danimarka karikatür krizi sonrası büyük protestolar düzenlendi; bu eylemlerde radikal söyleme sahip gruplar kitlesellik kazanma fırsatı buldu. Ancak 2000’lerin sonunda Türkiye’deki güvenlik paradigması daha çok PKK terörüne odaklı kaldığından, selefi-cihatçı akımlar ikinci planda takip edildi.

2010’lar: Arap Baharı, Suriye İç Savaşı ve IŞİD

2010’lu yıllara girilirken Ortadoğu’da patlak veren Arap Baharı dalgası ve özellikle 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı, Türkiye’deki İslamcı radikalizm dinamiklerini kökten değiştirdi. Suriye krizi, hem sınır komşusu olması hem de Türkiye’nin aktif politika izlemesi nedeniyle cihatçı grupların Türkiye’yi lojistik ve insan kaynağı üssü olarak kullanmasına yol açtı. Özellikle savaşın ilk yıllarında Türkiye, Esad rejimine karşı savaşan muhalif gruplara örtülü destek verirken ülke toprakları yabancı savaşçıların Suriye’ye geçiş koridoru haline geldi. 2011’den itibaren sınır kapıları üzerinden binlerce yabancı radikal, Suriye’deki muhalif ve cihatçı gruplara katılmak üzere Türkiye’den transit geçti. Hatta 2014 yılında, Türkiye’nin bizzat kendi vatandaşları arasından da azımsanmayacak sayıda kişi Suriye ve Irak’taki cihatçı örgütlere katıldı. Bu dönemde gerek El Nusra Cephesi (daha sonra Şam’ın Fethi Cephesi/HTŞ) gerek Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD), Suriye sahnesinde güçlenirken Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa gibi sınır illeri cihatçı geçişlerinin ve lojistik desteğin merkezleri haline gelmişti. İstanbul dahi yabancı savaşçıların buluşma ve transfer merkezi olarak kullanılıyordu. Örneğin 2014 ortasında yayımlanan raporlara göre, yüzlerce Türkiye vatandaşı IŞİD saflarında savaşmak üzere Suriye’ye gitmişti.

Türkiye’nin Suriye politikası realpolitik saiklerle Esad rejimini devirmeye odaklanırken, sahada etkin olan bazı radikal İslamcı gruplarla çıkarları kesişti. İdlib ve çevresinde faaliyet gösteren El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi bunların başında geliyordu. Resmi olarak Türkiye, El Nusra’yı 2014’te terör örgütü ilan etmiş olsa da, uygulamada Suriye’deki güç dengesi açısından bu örgütle sahada dolaylı temaslar kuruldu. ABD eski Başkan Yardımcısı Joe Biden, Ekim 2014’te yaptığı bir konuşmada “müttefiklerimiz (Türkiye, Suudi Arabistan, BAE) Suriye’de Esad’ı devirmek için El Nusra dâhil radikal unsurlara para ve silah akıttı” mealinde ifadeler kullandı ve bu sözler Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı. Yakın dönemde organize suç örgütü lideri Sedat Peker de yayınladığı bir videoda, kendisinin organizasyonu üzerinden Suriye’deki Nusra Cephesi’ne silah gönderildiğini iddia etti. Her ne kadar bu iddialar hükümet yetkililerince reddedilse de, söz konusu açıklamalar Suriye iç savaşında çıkarlar gereği radikal gruplarla girilen örtülü ilişkileri gözler önüne sermektedir. Nitekim İsrail, Türkiye’nin Hamas ve Suriye’deki bazı Selefi gruplara desteğini NATO nezdinde şikâyet etmiş; Almanya da Ankara’nın bu politikalarına tepki göstermiştir. Bu gelişmeler, Türkiye’nin terör örgütlerine bakışında çifte standart eleştirilerini doğurmuş, “düşmanıma düşman olan örgütlerle işbirliği” şeklinde özetlenebilecek realpolitik yaklaşım sıkça tartışılmıştır.

2013-2014’ten itibaren Suriye’de palazlanan IŞİD, kısa sürede küresel bir tehdit haline geldi ve bu tehdidin gölgesi Türkiye’ye de yansıdı. Özellikle 2014’te IŞİD’in hilafet ilanı ve komşu coğrafyada toprak kazanması, Türkiye içerisindeki bazı radikal sempatizanları da harekete geçirdi. IŞİD, Türkiye’yi başlangıçta doğrudan hedef almaktan kaçınarak daha çok eleman devşirme ve lojistik merkez olarak kullandı. Zira Türkiye, IŞİD için son derece değerli bir ikmal ve geçiş ülkesiydi; örgüt, yaralılarını tedavi ettirmek, yabancı gönüllü akışını sağlamak ve ihtiyaç duyduğu malzemeleri temin etmek için Türkiye’deki gevşek ortamdan yararlanıyordu. Ancak Suriye’deki denklem değişip Türkiye, 2015 ortalarından itibaren koalisyonla birlikte IŞİD’e karşı daha net bir tutum alınca, örgüt Türkiye’yi de düşman listesine almaya başladı.

2015 yılı, Türkiye açısından IŞİD terörünün acı yüzünü gördüğü bir yıl oldu. IŞİD mensupları, 5 Haziran 2015’te Diyarbakır’da HDP mitingine bombalı saldırı düzenleyerek 5 kişinin ölümüne yol açtı. Ardından 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta genç aktivistlere yönelik bir intihar saldırısı 34 can aldı. 10 Ekim 2015’te Ankara Garı önünde barış mitingini hedef alan iki canlı bomba, 100’ü aşkın insanı katletti. Bu kanlı saldırılar, IŞİD’in Türkiye içindeki hücrelerinin ne denli ölümcül olabileceğini gösterdi. Dikkat çekici bir nokta, bu ilk saldırıların hedeflerinin çoğunlukla Kürt siyasi hareketi ve sol gruplar olmasıydı. IŞİD, Suriye’de en büyük hasmı olarak gördüğü YPG/PKK’ye misilleme yapmak istercesine Türkiye’de onların uzantısı saydığı odaklara saldırıyor; Kobani kuşatmasında uğradığı yenilginin intikamını almak istiyordu. Nitekim Suruç’taki patlama, Kobani’ye yardım götürmeye hazırlanan sosyalist gençleri hedef almıştı. Bu durum, Türkiye’deki bazı uç kesimlerde IŞİD’e dair rahatsız edici bir toplumsal bölünmeyi açığa çıkardı: “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla hareket eden kimi radikal milliyetçi-İslamcı çevreler, IŞİD’in Kürt ve solculara saldırmasından memnuniyet duyabildi Bu kesimler, IŞİD katliamlarını açıkça onaylamasa da, PKK’ya zarar verdiği için örtük bir sempatiyle yaklaştılar. IŞİD de bu bölünmeden faydalanarak Türkiye’de kendi tabanını genişletmeyi umdu.

IŞİD’in Türkiye’yi doğrudan hedef alan ilk büyük eylemi, Ocak 2016’da İstanbul Sultanahmet’te turist kafilesine yönelik intihar saldırısı oldu (10 Alman turist hayatını kaybetti). Ardından Mart 2016’da İstanbul İstiklal Caddesi’nde bir canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Yılbaşı gecesi 2017’ye girilirken ise IŞİD’li bir saldırgan İstanbul Reina gece kulübünde 39 kişiyi katletti. Bu saldırılar, IŞİD’in Türkiye’ye yönelik strateji değişikliğini gösteriyordu. Artık örgüt, Türkiye’yi tamamen bir düşman ülke kabul ederek sivilleri hedef almaktan çekinmiyordu. Bu değişimde, Türkiye’nin 24 Temmuz 2015’te IŞİD’e karşı fiilen harekâtlara başlaması ve İncirlik Üssü’nü koalisyon uçaklarına açması etkili oldu. Nihayet Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye “Fırat Kalkanı” operasyonunubaşlatarak IŞİD’i sınır hattından temizledi. Cerablus, El-Bab gibi şehirler IŞİD’den alınarak örgüte ağır darbe vuruldu. Sahada doğrudan sıcak çatışmaya girilen bu operasyon, Türkiye’nin IŞİD’le mücadelesinde dönüm noktası oldu. 2017 sonu itibarıyla IŞİD, Irak-Suriye topraklarında yenilgiye uğratılırken Türkiye içinde de hücrelerine yönelik yoğun baskınlar yapılarak büyük terör eylemleri önlenmiştir.

Devletin Yaklaşımı ve Realpolitik İlişkiler

Türkiye Cumhuriyeti devleti, İslamcı radikal yapılarla ilişkilerinde dönem dönem ikircikli politikalar izlemiştir. Bir yandan ülke içindeki şiddet yanlısı dini örgütlere karşı güvenlikçi refleksler her daim canlı tutulurken, öte yandan stratejik çıkarlar bazı radikal gruplarla dolaylı temasları beraberinde getirmiştir. Bu yaklaşım, uluslararası arenadaki çıkar çatışmalarının ve “düşmanın düşmanı” ilkesinin bir sonucudur.

Örneğin Soğuk Savaş döneminde Türkiye, Sovyet yanlısı sol hareketleri dengelemek için İslamcı kesimlerle yakın durmayı tercih etti. 1980 askeri darbesi sonrasında uygulanan Türk-İslam Sentezi politikası, milliyetçilikle dindarlığı harmanlayarak komünizme set çekmeyi amaçlıyordu. Bu bağlamda devlet, birçok tarikat ve cemaatin faaliyetlerine göz yumdu; İmam Hatip okullarının yaygınlaşmasını teşvik etti. Bu strateji kısa vadede komünist hareketi zayıflattıysa da, uzun vadede radikal dinî unsurların kamusal alanda güç toplamasına zemin hazırladı. Örneğin 1980’lerde Hizbullah’ın Güneydoğu’da serpilmesi, devletin önceliğinin PKK ile mücadele olması sayesinde mümkün oldu. PKK’nın şiddetine karşı dindar Kürt halkını koruma iddiasındaki Hizbullah, bir dönem devletin bakışlarında ikinci planda kaldı. Yukarıda bahsedildiği gibi, gayriresmî kanallardan Hizbullah’ın PKK’yla çatışmasına müsamaha gösterildiği yönünde ciddi iddialar bulunmaktadır. Resmî olarak hiçbir hükümet terör örgütünü desteklediğini kabul etmese de, sahadaki uygulamalar zaman zaman bu tür örtük ittifakların varlığına işaret etmiştir.

Benzer şekilde 1990’lar ve 2000’lerde Orta Doğu’daki bazı İslamcı gruplarla Türkiye’nin ilişkileri, çıkar örtüşmeleri çerçevesinde esneklik gösterdi. Türkiye, Filistin meselesinde Hamas’a siyasi ve diplomatik kanallardan destek veren bir ülke olarak öne çıktı. Batılı müttefiklerinin aksine Ankara, Hamas’ı seçimle iş başına gelmiş meşru bir aktör olarak görüp onu terör listesine almadı. Bu tutum, Türkiye’ye bölgede nüfuz kazandırırken İsrail başta olmak üzere bazı ülkelerin eleştirilerine hedef oldu. Yine Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan) iktidarına (2012-2013) en güçlü destek veren ülkelerden biri Türkiye’ydi; İhvan’ın darbeyle devrilmesinden sonra da lider kadrolarına Türkiye’de alan açıldı. Ankara’nın İhvan, Hamas gibi İslamcı hareketleri desteklemesi ideolojik bir yakınlık kadar, bölgede nüfuzunu artırma amacıyla da ilişkiliydi – bu da realpolitik bir hesaptır.

Suriye İç Savaşı (2011-) sırasında bu çıkar eksenli yaklaşım en tartışmalı örneklerini verdi. Esad rejimini devirmeyi öncelik edinen Türkiye, bu hedef uğruna Suriye muhalefetinin geniş yelpazesine kucak açtı. Ilımlı Özgür Suriye Ordusu unsurlarının yanı sıra, ideolojik olarak El Kaide çizgisine yakın gruplar da sahada etkin olduğu için dolaylı olarak bunlarla aynı safta bulunuldu. Örneğin Suriye’de muhalefetin belkemiğini oluşturan El Nusra Cephesi(sonradan HTŞ), resmiyette terör örgütü kabul edilse de fiiliyatta Türkiye’nin koruması altındaki İdlib bölgesinde faaliyet gösterdi. Türkiye, doğrudan Nusra’ya destek verdiğini reddetmiştir; fakat Sedat Peker ve Biden’in açıklamalarında dile getirildiği gibi, Türkiye üzerinden bu gruplara silah ve lojistik gittiği yolunda güçlü iddialar vardır. Türkiye’nin bu grupları kollamasının temel sebebi, Suriye’de PKK/PYD’nin güçlenmesini dengelemek ve Esad’a karşı etkili bir Sünni Arap gücü sahada tutmaktı. Realpolitik gereği yapılan bu tercihler, uzun vadede eleştirilere yol açtı ve Türkiye’yi uluslararası alanda zor durumda bıraktı. Nitekim 2015’te Rusya’nın müdahalesiyle Suriye politikasını revize eden Ankara, sonraki yıllarda Nusra türevi gruplarla arasına mesafe koyarak HTŞ’yi terör listesine ekledi (2018). Yine de İdlib’de fiili güç sahibi olan bu örgütle Türkiye arasındaki örtük ateşkes ve koordinasyon devam etmektedir.

Türkiye’nin terörle mücadeledeki çifte standart algısının bir örneği de Doğu Türkistan İslam Hareketi (ETIM)konusunda görülür. Çin’e karşı faaliyet yürüten Uygur cihatçı gruplara Ankara’nın uzun süre sessiz kaldığı, hatta örtülü sempatinin bulunduğu iddia edilmiştir. Keza Rusya’ya muhalif Çeçen cihatçılar 90’larda Türkiye’de lojistik imkanlar bulabilmiş, yaralı mücahitler burada tedavi görmüştür. Bütün bunlar, Türkiye’nin farklı coğrafyalardaki İslamcı aktörlere duruma göre yaklaşım benimsediğini göstermektedir. Batılı müttefikler zaman zaman Türkiye’yi bu konuda eleştirmiş; örneğin 2015’te Almanya, Türkiye’nin selefi örgütlerle ilişkisine dair endişelerini dile getirmiştir. Ankara ise kendi çıkarlarına aykırı terör örgütleriyle amansız mücadele ederken (örn. PKK, DEAŞ), çıkarlarına hizmet ettiğini düşündüğü gruplara farklı muamele etmekle suçlanmıştır.

Özetle, devlet aklının pragmatik doğası gereği Türkiye, farklı terör örgütlerine karşı tutumunu sabit bir ilkeye göre değil, tehdit ve menfaat algısına göre şekillendirmiştir. Bu realpolitik yaklaşım, kısa vadede belirli hedeflere ulaşmayı sağlasa da uzun vadede yeni güvenlik riskleri doğurabildiği gibi, ülkenin uluslararası itibarını da etkileyebilmektedir.

Güvenlik Politikaları ve Terörle Mücadele

Türkiye’de radikal İslamcı terörizmle mücadele, genel terörle mücadele stratejisinin bir parçası olarak ele alınmıştır. 1990’larda PKK terörü öncelikli tehdit kabul edildiği için, İslamcı terör örgütlerine yönelik mücadele nispeten ikinci planda kaldı. Yine de Emniyet ve MİT, Hizbullah ve benzeri örgütlere karşı önemli operasyonlar yürüttü. 2000 yılında Hizbullah liderinin öldürüldüğü Beykoz Operasyonu, radikal dini örgütlere karşı en kritik hamlelerden biriydi. Bu operasyonla örgütün arşivine el konulması sayesinde, binlerce infaz ve adam kaçırma olayının aydınlatılmasına olanak sağlandı. Ardından gelen dava süreçlerinde Hizbullah’ın lider kadrosu yakalanıp hapse atıldı. Ancak 2011 yılında ceza kanunundaki tutukluluk süreleriyle ilgili bir değişiklik sonucu, yargılamaları süren Hizbullah hükümlülerinin bir kısmı salıverildi ve bu durum kamuoyunda infial yarattı. Serbest kalan kadroların daha sonra HÜDA-PAR adlı legal bir siyasi parti etrafında toparlandıkları görüldü. Bu gelişme, radikal akımların bazen yasal siyaset kanallarına evrilerek varlıklarını sürdürdüklerini göstermektedir.

El Kaide ve türevlerine karşı Türkiye, 2000’ler boyunca istihbarata dayalı proaktif önlemler aldı. Özellikle 2003 İstanbul saldırıları sonrasında yoğun tutuklamalar gerçekleşti. Terörle Mücadele Kanunu, dini motifli terörizm için de aynı sertlikle uygulandı. 2006’da çıkarılan bir düzenleme ile terör propagandası ve örgüt üyeliği tanımları genişletilerek radikal nefret söylemleri de takibat altına alınmaya çalışıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu dönemde Selefi akımlara karşı halkı bilinçlendirme amaçlı hutbeler verdi; İslam’da terörün ve intihar saldırılarının yeri olmadığı vurgulandı.

IŞİD’e karşı güvenlik politikaları, örgütün Türkiye içinde eylemlere başlamasıyla birlikte daha da sertleşti. 2015 Suruç saldırısı sonrasında Türkiye birden fazla cephede terörle mücadele etmek zorunda kaldı: Hem PKK şehir çatışmalarını başlatmıştı hem de IŞİD bombalamaları artmıştı. Bu ikili tehdit algısıyla 2015’te Ankara, IŞİD’e karşı açık askeri angajmana girdi. Yurt içinde yüzlerce IŞİD üyesi tutuklandı, hücre evlerine operasyonlar yapıldı. Güvenlik güçleri pek çok intihar bombacısını eylem öncesi yakaladı. Sadece 2016 yılında, Reina saldırısından sonra birkaç ay içinde ülke genelinde yapılan operasyonlarda yüzlerce IŞİD şüphelisi gözaltına alındı. Özellikle Suriye ve Irak’tan kaçan IŞİD militanlarının Türkiye’ye sızma riski nedeniyle sınır güvenliği artırıldı; Suriye sınırına fiziki güvenlik duvarları inşa edildi. MİT, sınır ötesi alanlarda da istihbarat toplayarak IŞİD’in lider kadrolarına yönelik nokta operasyonlar planladı. 2019’da IŞİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi’nin ABD operasyonuyla öldürülmesi sonrası, örgütün yeni lideri olduğu belirtilen Ebu Hasan el-Kureyşi de 2022’de Türkiye’nin Suriye’de düzenlediği bir operasyonda ölü ele geçirildi. Bu gelişme, Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadelede uluslararası ortaklarıyla koordinasyon içinde olduğunu ve gerektiğinde sınır ötesi harekât kabiliyetini kullandığını gösterir.

Güvenlik politikalarının bir diğer boyutu da radikalleşmenin önlenmesi (CVE) ve rehabilitasyon çalışmalarıdır. Son yıllarda Türkiye, IŞİD’e katılmış vatandaşlarının geri dönüşleriyle de karşı karşıya kalmıştır. International Crisis Group’un 2020 tarihli bir raporuna göre, Suriye ve Irak’taki IŞİD saflarına katılan binlerce Türk vatandaşından önemli bir bölümü ülkelerine dönmüştür. Bunların bir kısmı yargılanıp cezalandırılırken, suç işlememiş veya pişman olanlar topluma kazandırılmaya çalışılmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü, “Yabancı Terörist Savaşçılar” listeleri hazırlayarak riskli bireyleri takip altında tutmaktadır. Cezaevlerinde radikal suçlardan yatanlar için de rehabilitasyon programlarıuygulanmakta, din psikologları ve ilahiyatçıların da desteğiyle bu kişilerin şiddet içerikli ideolojiden uzaklaştırılması hedeflenmektedir.

Uluslararası işbirliği de Türkiye’nin terörle mücadele politikalarının kritik bir parçasıdır. 2013 sonrasında Suriye geçişlerini engellemek için Avrupa ülkeleriyle istihbarat paylaşımı mekanizmaları kurulmuş, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçebilecek yabancı cihatçılar hakkında bilgi akışı sağlanmıştır. Birçok ülkenin aranan IŞİD militanları, Türkiye’de yakalanıp iade edilmiştir. 2015’te İstanbul’da kurulan Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (CoE-DAT), NATO bünyesinde deneyim paylaşımı sağlamaktadır. Bununla birlikte, özellikle 2014-2016 arasında Batılı medya Türkiye’yi “IŞİD’e karşı yeterince çaba göstermemek”le suçlamış; bu eleştiriler Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası Batı ile gerilen ilişkilerinin gölgesinde kalsa da, bir müddet gündemde yer almıştır.

Sonuç olarak Türkiye, 2000’ler ve 2010’larda İslamcı terör örgütleriyle mücadelede ciddi mesafe almıştır. Özellikle IŞİD’in Türkiye içindeki varlığı büyük ölçüde yeraltına çekilmiş, hücre yapıları dağılmıştır. Ancak tamamen yok olduğu söylenemez; güvenlik güçleri hâlâ hemen her hafta bir IŞİD hücresine baskın yapıldığına dair açıklamalar yapmaktadır. Bu da tehdidin sürdüğünü, tedbirlerin gevşetilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Toplumsal ve Siyasal Etkiler

İslamcı radikalizm ve cihatçı terör, Türkiye toplumunda derin izler bırakmıştır. Her şeyden önce, bu tür şiddet eylemleri yüzlerce masum insanın hayatına mal olarak toplumsal travmalara neden oldu. 2003 İstanbul bombalamaları, 2015-2016’daki IŞİD saldırıları gibi hadiseler, toplumun genelinde korku, endişe ve güvensizlik duygularını pekiştirdi. Ankara Garı katliamı sonrası ülke genelinde yaşanan yas atmosferi ve kutuplaşma, terörün sadece can almaktan öte toplumsal birlik duygusunu da zedelediğini gösterdi. Özellikle IŞİD’in Suruç ve Ankara saldırılarının iç politika açısından sonuçları oldu; Kasım 2015 genel seçimleri öncesi gerçekleşen Ankara Garı saldırısı, siyasi tartışmaların odağına oturdu ve iktidar-muhalefet arasında sert suçlamalara yol açtı. Muhalefet, hükümeti IŞİD’e karşı gerekli önlemleri almamakla itham ederken, hükümet ise güvenlik zaafı iddialarını reddetti. Bu gerilim, Türkiye’de terörün siyasallaşması ve siyasi polemik konusu olmasının bir örneğiydi.

Toplumun farklı kesimleri cihatçı terör tehdidini algılama ve tepki verme bakımından farklı tavırlar sergiledi. Laik ve seküler kesimler, İslamcı radikalizmi öteden beri Cumhuriyet’in kazanımlarına yönelik bir tehlike olarak görme eğiliminde. Bu kesimler nezdinde, her terör saldırısı “irtica geliyor mu?” endişesini canlandırdı. Özellikle 2015’teki IŞİD saldırıları sonrasında bazı şehirlerde IŞİD sempatizanlarına yönelik toplumsal tepki örnekleri görüldü; örneğin mahallelerinde selefi-faaliyetler yürütüldüğünden şüphelenilen derneklerin protesto edilmesi gibi. Öte yandan dindar-muhafazakâr kesimler, radikal örgütlerin İslam’ı temsil etmediğini vurgulayarak bu gruplarla aralarına mesafe koydular. Diyanet ve ilahiyatçılar, “bunlar dinimize zarar veriyor” diyerek hem Müslüman toplumlar içinde fitne çıkardıklarını hem de İslamofobiye zemin hazırladıklarını dile getirdiler. Bununla beraber, yukarıda bahsedildiği gibi azınlıkta da olsa bazı çevreler, özellikle PKK ile çatışma bağlamında IŞİD’e dolaylı destek anlamına gelebilecek söylemlerde bulundu. Bu durum, terörün toplum içinde bile kutuplaşma aracı olabildiğini acı şekilde ortaya koydu.

Radikalizmin toplum üzerindeki bir diğer etkisi de güvenlik ve özgürlük dengesine yansımıştır. Terör saldırıları arttıkça devlet güvenlikçi politikaları sıkılaştırdı; bu da zaman zaman bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması tartışmalarını beraberinde getirdi. Örneğin 2015 sonrası kamusal alanlarda düzeni sağlamak adına yoğun polis kontrolleri, gösteri yasakları, internet denetimleri gündeme geldi. Olağanüstü Hal dönemlerinde (2016-2018) radikal terör şüphesiyle birçok kişi gözaltına alındı, tutuklandı. Bazıları hukuksuz uygulamalar olduğunu öne sürerek mağduriyet iddialarında bulundu. Ancak geniş halk kitleleri nezdinde, IŞİD gibi bir tehdit karşısında bu tür sert tedbirlere genellikle anlayış gösterildi.

Toplumsal dokunulmazlık alanları olarak görülen cami, dernek, vakıf gibi kurumlar da radikalizmle mücadeleden nasibini aldı. Selefi akımların propaganda yapabileceği endişesiyle bazı dernekler kapatıldı, yurt dışı kaynaklı fonlara kısıtlamalar getirildi. Emniyet, “çağrı merkezi” adı altında hilafet propagandası yapan yapılara operasyonlar düzenledi. Birçok radikal yayın organı kapatıldı, internet siteleri engellendi. Bu adımlar atılırken devlet, makul dindar kesimlerin özgürlük alanlarına zarar vermemeye çalıştıysa da, zaman zaman çizginin nerede başlayıp bittiği konusunda tartışmalar yaşandı.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, Türkiye’de radikalizme yönelim genelde marjinal düzeyde kalmıştır. Ülkenin eğitimli ve şehirli dindarları, cihatçı ideolojiyi büyük ölçüde reddetmiş; radikalleşme daha çok toplumsal dışlanma yaşayan, sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı veya kimlik bunalımındaki küçük bir azınlık içinde vücut bulmuştur. Adıyaman gibi bazı şehirlerden çok sayıda gencin IŞİD’e katılması olgusu incelendiğinde, bu gençlerin çoğunun işsiz, eğitimsiz veya aidiyet sorunu yaşayan kesimden geldiği görülmüştür. Benzer şekilde, Avrupa ülkelerinde doğup büyüyen Türk asıllı bazı gençlerin Suriye’ye giderek cihatçı gruplara katılması, diasporada kimlik arayışındaki bireylerin radikal ideolojiye açık olabileceğini göstermiştir. Türkiye devleti bu nedenle radikalleşmeyi önleme programlarında ailelere, dini liderlere ve okullara önemli görevler düştüğünü sık sık vurgulamaktadır.

Uluslararası Dinamikler: Dış Etkiler ve Türkiye

Türkiye’deki cihatçılık ve radikalizmin seyri, uluslararası gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Filistin gibi İslam coğrafyalarındaki savaşlar ve krizler, Türkiye’deki radikal söylemin beslendiği temel argümanları sağladı. Bu olaylar, ümmet dayanışması duygusunu güçlendirerek birçok bireyi küresel cihat fikrine yaklaştırdı. Afgan cihadına katılan Türk gönüllülerin dönüşte oluşturduğu ağlar, 1990’lardaki radikal yapılanmaların nüvelerini oluşturdu. Bosna ve Çeçenistan deneyimleri, Türkiye’de “Müslüman kardeşlerimize yardım etmek farzdır” düşüncesini yerleştirdi. Filistin meselesi ise İslamcı siyasetin merkezî temalarından biri oldu; İsrail’e karşı mücadele, radikal gruplar tarafından dahi meşru bir cihat alanı sayıldı.

Körfez ülkelerinin etkisi de bu süreçte kayda değerdir. Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı Körfez kaynaklı vakıf ve dernekler, 1980’lerden itibaren Türkiye’de Selefi-Vehhabi anlayışı yayan yayınlar, Kur’an kursları ve burslar desteklediler. Suudi kökenli Rabıta örgütü gibi yapılar vasıtasıyla, Orta Asya ve Balkanlar’daki Türk ve Müslüman topluluklara dini yayınlar gönderildi, imam yetiştirildi. Türkiye’nin resmi kurumları bu faaliyetlere başlangıçta sıcak baktı, zira Sovyetlerin yıkılmasıyla Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin dini ihtiyaçlarını karşılamada yeterli tecrübeye sahip değildi. Ancak uzun vadede bu çalışmaların Türkiye’ye yansıması, Selefi düşüncenin bazı küçük topluluklarda yer edinmesi şeklinde oldu. Örneğin İstanbul’un bazı mahallelerinde, kıyafet ve yaşam tarzıyla Suudi selefiliğine öykünen gruplar belirdi. Yine de bu etkinin boyutu sınırlı kaldı ve hiçbir zaman kitlesel bir harekete dönüşmedi.

Batı ülkelerinin politikaları da dolaylı olarak Türkiye’deki radikalizmi etkiledi. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali, bölgedeki dengeleri altüst ederek El Kaide’nin Irak kolunun (sonradan IŞİD’e evrilecek yapının) ortaya çıkmasına sebep oldu. Irak’ın işgali ve akabinde Suriye’de yaşanan iç savaş, geniş Sünni kitlelerde bir dışlanmışlık ve öfke duygusu yarattı. Bu öfkenin bir kısmı “haçlılar” olarak kodlanan Batı’ya, bir kısmı da bölgedeki Şii güçlere yöneldi. Türkiye’de de özellikle muhafazakâr kesimde Amerikan karşıtlığı bu dönemde yaygınlaştı. Radikal gruplar, bu karşıtlığı kendi saflarına sempatizan devşirmek için kullandılar. Örneğin IŞİD, propagandasında “Haçlılar ve onların işbirlikçisi tağut rejimlere” karşı savaştığını vurgulayarak birçok genci cezbetti. Batı’nın politikaları sadece İslam dünyasında radikalleşmeyi tetiklemekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin bu politikalar karşısındaki konumunu da zorladı. Özellikle Suriye’de ABD’nin PYD/YPG’yi desteklemesi, Türkiye’yi alternatif ortaklar aramaya yöneltti ve bu süreçte radikal grupların etkin olduğu alanlarla temas kaçınılmaz hale geldi.

Uluslararası dinamiklerin bir diğer boyutu, mülteci akını ve sınır aşan güvenlik riskleridir. Suriye savaşından kaçan 3.5 milyonun üzerinde Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, bu insanların entegrasyonu için büyük çaba sarf etmekte. Ancak içlerinde az sayıda da olsa radikal gruplarla bağlantılı kişilerin bulunabileceği endişesi her zaman vardır. Nitekim 2016’da İstanbul’da gerçekleşen Reina saldırısının faili Özbek asıllı bir IŞİD militanıydı ve Türkiye’ye kaçak yollarla sızmıştı. Türkiye, bir yandan açık kapı politikasıyla mazlumlara sığınak olurken, öte yandan bu durumun güvenlik zaafına yol açmaması için yoğun çaba göstermektedir.

Sonuç

Türkiye’de cihatçılık ve radikal İslamcılık olgusu, dönemsel dalgalanmalarla varlığını hissettirmiş, ancak hiçbir zaman ülkenin ana akım toplumsal yönelimini ele geçirememiştir. Tarihsel olarak dış gelişmelerin tetiklemesiyle filizlenen bu radikal akımlar, devletin ve toplumun reaksiyonuyla genellikle kontrol altına alınmıştır. İdeolojik planda Anadolu’nun yerleşik İslam anlayışı, selefi-cihatçı yorumlara güçlü bir panzehir olmuş; geniş halk kesimleri şiddet yanlısı dini ideolojileri benimsememiştir. Bununla birlikte, küçük de olsa radikal bir tabanın mevcudiyeti gerçeği göz ardı edilemez. Özellikle jeopolitik satrancın kurallarının sertleştiği Ortadoğu coğrafyasında, Türkiye zaman zaman radikal gruplarla çıkar eksenli etkileşimlere girmiş, bunun bedelini de güvenlik riskleri olarak ödemiştir.

Güvenlik ve terör perspektifinden bakıldığında, Türkiye’nin tecrübesi acı derslerle doludur. 1990’lardaki ihmallerin 2000’lerde büyük saldırılar olarak geri döndüğü, Suriye’deki iç savaşın ülke içine terör olarak sızdığı görülmüştür. Bu deneyimler, terörle mücadelede tavizsiz olmanın ve uluslararası işbirliğinin hayati önemini ortaya koymaktadır. Devlet, son yıllarda IŞİD ve türevlerine karşı kapsamlı operasyonlarla büyük başarı sağladıysa da, radikalizmin toplumsal zemini tamamen ortadan kalkmış değildir. Bu nedenle yalnız askeri-polisiye tedbirler değil, eğitimden ekonomiye, dini anlatıların doğru yönlendirilmesinden sosyal uyuma kadar çok boyutlu bir stratejiye ihtiyaç vardır.

Realpolitik açıdan, Türkiye’nin yakın tarihi göstermektedir ki terör örgütleri ile geçici ittifaklar yapmak, uzun vadede yeni tehditlerin doğmasına yol açabilmektedir. Devletler elbette çıkarlarını korumak zorundadır; fakat bunu yaparken terör unsurlarıyla örtülü ilişkiler kurmak, bu unsurlara meşruiyet ve güç kazandırma riskini taşır. Türkiye, kendi güvenliği ve bölge istikrarı için, radikal gruplarla arasına net bir mesafe koymanın uzun vadede daha faydalı olacağını görmeye başlamıştır. Nitekim son dönemde Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkelerle normalleşme adımları atılırken, geçmişte desteklenen İhvan çizgisinden de mesafe alınmıştır. Benzer şekilde Suriye politikasında da radikal unsurlara karşı daha temkinli ve uluslararası toplumla uyumlu bir tutum benimsenmektedir.

Sonuç itibarıyla, Türkiye’de cihatçılık ve radikalizm olgusu; ideolojik kökleri, tarihi tecrübeleri, devletin yaklaşımı ve toplumsal yansımalarıyla çok boyutlu bir gerçekliktir. Bu gerçeği anlamak, benzer tehditlerin gelecekte tekrar yükselmesini engellemek için şarttır. Türkiye, laiklik prensibi ile Müslüman kimliğin bir arada bulunduğu özgün deneyimiyle, İslam dünyasında radikalizmle mücadele konusunda önemli bir örnek teşkil etmektedir. İlerleyen yıllarda da güvenlik birimleri, ilahiyat camiası ve sivil toplum işbirliğiyle şiddete varan aşırılıkla mücadele sürdürülmeli; aynı zamanda Ortadoğu’daki sorunlara realpolitik değil, kalıcı barış ve kalkınma eksenli çözümler arayarak radikalizmin zeminini kurutma yönünde katkı sağlanmalıdır. Böylece hem Türkiye’nin iç barışı korunacak, hem de bölgesel düzlemde dini radikalizmin yarattığı terör sarmalı kırılabilecektir.

KAYNAKÇA

·  Karapehlivan, F. (2019, 1 Ekim). Constructing a “New Turkey” through education: An overview of the education policies in Turkey under the AKP rule. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği. Erişim adresi: https://tr.boell.org/en/2019/10/01/constructing-new-turkey-through-education

·  Perliger, A. (2012). Challengers from the sidelines: Understanding America’s violent far-right. West Point, NY: Combating Terrorism Center at West Point. Erişim adresi: https://ctc.westpoint.edu/wp-content/uploads/2013/01/ChallengersFromtheSidelines.pdf

·  Söylemez, A. (2017, 21 Ağustos). Alt-right’tan Antifa’ya: “Neo” ideolojiler sözlüğü. Bianet. Erişim adresi: https://bianet.org/haber/alt-right-tan-antifa-ya-neo-ideolojiler-sozlugu-189279

·  Wagener, V. (2017, 16 Mart). Right-wing populism “passed its peak”. Deutsche Welle. Erişim adresi: https://www.dw.com/en/european-right-wing-populism-has-passed-its-peak/a-37978235

·  Yazıcı, B. (2024). Çağdaş Anglo-Sakson siyasetinde aşırı sağın yükselişi: Brexit ve Donald Trump döneminin karşılaştırmalı analizi [Doktora tezi, Bursa Uludağ Üniversitesi]. Uludağ Üniversitesi Açık Erişim Sistemi. Erişim adresi: https://hdl.handle.net/11452/46918

·  Yeğen, M. (2015, 22 Mayıs). The Kurdish peace process in Turkey: Genesis, evolution and prospects (Global Turkey in Europe Çalışma Raporu No. 11). Roma: Istituto Affari Internazionali. Erişim adresi: https://www.files.ethz.ch/isn/191379/gte_wp_11.pdf

·  BİA Haber Merkezi. (2014a, 18 Haziran). Dışişleri: El Nusra hâlâ listede. Bianet – Bağımsız İletişim Ağı. Erişim adresi: https://bianet.org/haber/disisleri-el-nusra-hala-listede-156543 Amazon Web Services, Inc.+15Bianet+15Bianet+15

·  BİA Haber Merkezi. (2014b, 4 Ekim). Biden tepkisine Beyaz Saray’dan yanıt. Bianet – Bağımsız İletişim Ağı. Erişim adresi: https://bianet.org/haber/biden-tepkisine-beyaz-saray-dan-yanit-158953 Bianet+5Bianet+5Bianet+5

·  BİA Haber Merkezi. (2021, 31 Mayıs). Nusra Cephesi’nin kısa tarihi ve iddialar. Bianet – Bağımsız İletişim Ağı. Erişim adresi: https://bianet.org/haber/nusra-cephesi-nin-kisa-tarihi-ve-iddialar-244913 Bianet+15Bianet+15Bianet+15

·  Çakır, R. (2016). IŞİD ve PKK’nin nöbetleşe tırmandırdığı gerilim Türkiye’yi felç ediyor. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye. Erişim adresi: https://tr.boell.org/tr/2016/04/12/isid-ve-pkknin-nobetlese-tirmandirdigi-gerilim-turkiyeyi-felc-ediyor

·  Deutsche Welle Türkçe. (2018, 31 Ağustos). Türkiye Heyet Tahrir Şam’ı “terör listesine” aldı. Deutsche Welle. Erişim adresi: https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-heyet-tahrir-%C5%9Fam%C4%B1-ter%C3%B6r-listesine-ald%C4%B1/a-45312352 Deutsche Welle+3Deutsche Welle+3T24+3

·  Lin, C. (2015, Eylül). Turkey’s Double Standard on Terrorism. Institut für Strategie‑Politik‑Sicherheits‑und Wirtschaftsberatung (ISPSW). Erişim adresi: https://www.files.ethz.ch/isn/193475/370_Lin.pdfcss.ethz.ch+3files.ethz.ch+3ispsw.com+3

·  Starr, S. (2014, 27 Ağustos). A Deeper Look at Syria‑Related Jihadist Activity in Turkey. CTC Sentinel, 7(8). Combating Terrorism Center at West Point. Erişim adresi: https://ctc.westpoint.edu/a-deeper-look-at-syria-related-jihadist-activity-in-turkey/ctc.westpoint.edu+7ctc.westpoint.edu+7ctc.westpoint.edu+7

·  Taşdemir, D. (2016). Türkiye’de selefi hareket ve dini radikalizm (Yüksek Lisans tezi). Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa

Yazar: Burak Can Çelik / Siyasi Analist

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)