Millî Görüş’ten Muhafazakâr Demokrasiye: İdeolojik Uyarlama ve Erdoğan’ın Siyasi Evrimi

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Millî Görüş’ten Muhafazakâr Demokrasiye: İdeolojik Uyarlama ve Erdoğan’ın Siyasi Evrimi

Giriş İdeolojik Dönüşümün Simgesel Başlangıcı

Türkiye siyasetinde bazı dönüşümler, kimlik değiştirmekle değil, kimliği yeniden paketlemekle başlar. “Millî Görüş gömleği” çıkarılmadı; yalnızca ütülendi. Bu ütüleme, ideolojik bir kopuş değil, toplumsal algıyı yönetme çabasıydı: Eski kalıpları koruyup yeni bir yüzle sunmak. 2001 krizinin ardından doğan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), bu yüzü temsil ediyordu. Recep Tayyip Erdoğan, yasaklı geçmişinin mağduriyetiyle değil, bu mağduriyeti siyaseten pazarlama becerisiyle yeni dönemin simgesine dönüştü.

Erdoğan’ın yükselişi, gerçek bir demokratik dönüşümden çok, siyasal alanı yeniden tanımlama arzusunun sonucuydu. Reformcu, ılımlı ve halktan biri imajı hem içeride hem dışarıda güçlü bir meşruiyet sağladı. Ancak bu imaj, kısa sürede bir iktidar stratejisine dönüştü. “Millî Görüş gömleğini çıkardık” sözü, bir yüzleşme değil, hesaplı bir mesafe yaratma hamlesiydi. Bu hamle, Erdoğan’a iki şeyi aynı anda kazandırdı: hem eski tabanı kaybetmeden yeni çevrelere açılma imkânı, hem de siyasetin merkezini tek bir lider figürüne indirgemenin meşruiyetini.

2001’de başlayan bu süreç, bir partinin doğuşundan çok, kişisel bir iktidar projesinin temelleriydi. Ütülenen gömlek, aslında otoriterliğin yumuşatılmış ilk biçimiydi: kırışıkları gizlenmiş, ama kumaşı aynı kalmış bir hırsın işareti.

Millî Görüş’ün Düşünsel ve Siyasal Temelleri

Millî Görüş hareketi, Türkiye’de İslamcı siyasetin kurumsal kimliğe kavuştuğu ilk büyük damar olarak, 1970’lerden itibaren hem bir ideolojik hat hem de bir siyasal kültür inşa etti. Bu kültürün merkezinde “manevi kalkınma”, “adil düzen” ve “milli ekonomi” gibi kavramlar vardı; ancak bu kavramların hepsi, modernleşmeye ve Batı’ya karşı bir reaksiyonun ürünüydü. Türkiye’nin siyasi tarihi içinde Millî Görüş, kendisini daima dışlanmışlığın, mağduriyetin ve “yerli değerlerin temsilcisi” olarak konumlandırdı. Bu kimlik, bir yandan sisteme alternatif olma iddiası taşırken, öte yandan güçlü bir hiyerarşik yapı ve lidere bağlılık kültürünü de besledi.

Erdoğan, bu hareketin en disiplinli kadrolarından biri olarak yetişti. 1980’lerde Milli Gençlik Vakfı çevresinde kazandığı siyasi refleksler, onun siyaseti daima “dava” ekseninde anlamlandırmasına yol açtı. Refah Partisi yıllarında belediyecilik pratiği üzerinden yükselen liderlik biçimi, onu hem halkla doğrudan temas eden hem de örgüt disiplini içinde sertleşen bir figüre dönüştürdü. Bu dönemde Erdoğan’ın söyleminde “adalet”, “hizmet” ve “millet” gibi kavramlar öne çıksa da bu kavramların içeriği çoğu zaman karizmatik liderliğe bağlı bir siyasal sadakat çerçevesine oturuyordu.

Refah ve Fazilet Partisi çizgisinde görülen ideolojik katılık, zamanla hem devletin hem toplumun dönüşen yapısıyla çatışmaya başladı. Ancak bu çatışma, Erdoğan gibi kadrolarda bir yüzleşmeden çok, bir uyarlama arayışı yarattı. 28 Şubat sürecinin baskısı, “dava” söylemini perde arkasına çekip, daha esnek, daha liberal bir dilin benimsenmesini teşvik etti. Fakat bu değişim, özünde otoriteye karşı bir özgürlük talebinden değil, yeni bir iktidar fırsatının fark edilmesinden kaynaklanıyordu.

Dolayısıyla Millî Görüş’ün düşünsel mirası, Erdoğan’ın siyaset tarzında iki iz bıraktı:
Birincisi, iktidarı “dava”nın doğal hedefi olarak gören araçsallaştırılmış bir siyaset anlayışı.
İkincisi ise, güçlü lidere duyulan inancın “meşru otorite” olarak içselleştirilmesi.
Bu iki unsur, AKP’nin kuruluşunda “yenilikçilik” adıyla yeniden biçimlenecek, ancak özünde otoriter bir siyasal kültürün zeminini oluşturmaya devam edecekti.

 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kuruluş Dinamikleri

1997’deki 28 Şubat süreci, Türkiye’de yalnızca bir askerî müdahale biçimi değil, aynı zamanda İslamcı siyasetin düşünsel sınırlarını da belirleyen bir kırılma noktasıydı. Devletin laiklik refleksiyle İslamcı hareketi dışlaması, Millî Görüş çizgisini temsil eden Fazilet Partisi içinde bir bölünmeyi kaçınılmaz hale getirdi. Bu bölünme, “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” arasındaki gerilimin ötesinde, İslamcı siyasetin geleceği üzerine bir hesaplaşmaydı. Yenilikçi kanadın liderliğini üstlenen Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, bu süreci yalnızca bir ideolojik yenilenme olarak değil, iktidara ulaşmanın daha pragmatik yollarını bulma fırsatı olarak okudular.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2001’de bu pragmatizmin ürünü olarak kuruldu. Parti programı, Millî Görüş geleneğini reddetmeden ama görünürde onunla arasına mesafe koyarak tasarlandı. “Muhafazakâr demokrasi” kavramı, bu ikili stratejinin teorik zeminini oluşturdu: hem Batı dünyasına “ılımlı” bir mesaj gönderiyor, hem de muhafazakâr tabana “değerlerimizi koruyoruz” güvencesi veriyordu. Erdoğan bu dönemde siyaseti bir fikir mücadelesi olarak değil, gücü ele geçirme ve merkezde kalma sanatı olarak yorumladı.

2002 seçimlerinde AKP’nin iktidara gelişi, Türkiye’de ekonomik kriz sonrası oluşan toplumsal yorgunluğun ve temsil boşluğunun bir sonucuydu. Ancak Erdoğan bu toplumsal desteği, demokratikleşmenin aracı olarak değil, kişisel bir meşruiyet zemini olarak kullanmaya başladı. Reform söylemleri, AB süreci, ifade özgürlüğü vurguları hepsi, bir liderin ulusal ve uluslararası alanda güven inşa etmesi için kullandığı araçlardı. Bu araçlar kısa sürede yerini daha merkeziyetçi bir siyaset tarzına bıraktı.

Kuruluş yıllarında Erdoğan, kendisini “yasaklı bir mağdur”dan “halkın kurtarıcısı”na dönüştüren bir hikâye kurdu. Bu hikâye, ilk bakışta demokratik bir yeniden doğuş olarak görülse de, aslında otoriterliğin duygusal altyapısını hazırlıyordu. Halkın desteğiyle meşruiyet kazanan bir liderin, o desteği sorgulanmaz bir sadakate dönüştürmesi, Türkiye’de siyasal kültürün yönünü kalıcı biçimde değiştirdi.

Bu dönemde atılan her adım  reformlar, Avrupa Birliği süreci, dış politika açılımları  Erdoğan’ın iktidarının sınırlarını genişletmek için işlev gördü. AKP, ideolojik bir hareketten çok, bir liderin karizması etrafında merkezileşen bir güç organizasyonuna dönüştü. Böylece 2000’li yılların başında “yenilikçi” bir parti olarak doğan yapı, kısa sürede Türkiye’nin yeni siyasal vesayetini inşa edecek bir çekirdeğe evrildi.

Muhafazakâr Demokrasi Tezi ve İktidarın Dili (2001–2004)

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidara geldikten sonra ideolojik kimliğini tanımlamak için “muhafazakâr demokrasi” kavramına sarıldı. Yalçın Akdoğan tarafından teorik çerçevesi çizilen bu kavram, İslamcı siyasal gelenekten gelen bir partinin demokratik meşruiyet arayışının ifadesi gibi sunuldu. Ancak bu kavramın işlevi, bir ideolojik yön tayininden çok, bir meşruiyet kalkanı oluşturmaktı. AKP, bu söylem aracılığıyla hem Batı’ya “ılımlı” bir mesaj gönderdi hem de kendi tabanına “değerlerinden kopmuyoruz” güvencesi verdi.

Erdoğan bu dönemde kendisini “reformcu lider” olarak konumlandırdı. Avrupa Birliği üyeliği hedefi, demokratikleşme söylemi ve sivilleşme vurgusu, Türkiye’nin uzun yıllar sonra umutla baktığı bir dönemin habercisi olarak sunuldu. Ancak bu reformcu görünümün arkasında dikkatli biçimde kurulan bir güç inşası vardı. Her reform, aslında devlet içindeki dengelerin yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyordu. Yargı, bürokrasi ve medya gibi alanlarda atılan adımlar, özgürleşmeden çok kontrolün el değiştirmesi sonucunu doğurdu.

Bu yıllarda Erdoğan’ın söyleminde belirgin bir ikilik oluştu: dışarıya demokratikleşme mesajı veren bir lider, içeride siyaseti giderek daha merkeziyetçi biçimde yönlendiren bir figür. “Milletin iradesi” vurgusu, zamanla çoğulculuğun değil, tek merkezli meşruiyet anlayışının simgesi haline geldi. Bu anlayış, iktidarı halk desteğiyle sınırlamıyor, aksine o desteği mutlak otoriteye dönüştürüyordu.

“Muhafazakâr demokrasi” böylece bir ideoloji olmaktan çıktı, bir iktidar dili haline geldi. Bu dil, Erdoğan’ın karizmatik liderliğini kurumsallaştırıyor, eleştiriyi “millet düşmanlığı” olarak kodluyor, muhalefeti marjinalleştiriyordu. Demokratik reform söylemi, yerini sadakat kültürüne ve lidere bağlılıkla tanımlanan bir siyasal kimliğe bıraktı.

2004’e gelindiğinde Türkiye, artık 2001’deki reformcu umutların ülkesi değildi. İktidar, toplumsal meşruiyetin sınırlarını kendi tanımlamaya başlamıştı. “Muhafazakâr demokrasi” adı altında biçimlenen bu yeni siyaset tarzı, liberal değerlerin değil, otoritenin estetik biçimlerinin hâkim olduğu bir dönemi başlatıyordu. Erdoğan artık yalnızca bir siyasetçi değil, devletin dili, toplumun sesi ve iktidarın sembolü hâline gelmişti. Bu noktadan itibaren demokratikleşme söylemi, yerini karizmanın meşruiyetine, hukuk devleti ise lidere sadakatin siyasal normuna bıraktı. Böylece, 2001’de reformcu bir iddia olarak başlayan hikâye, 2004’ten itibaren otoriterliğin kurumsallaştığı bir iktidar pratiğine dönüşmeye başladı.

Sonuç  Dönüşüm mü, Uyarlama mı?

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) hikâyesi, Türkiye siyasetinde yeni bir ideolojik sayfa açmaktan çok, eski bir metni yeniden düzenleme girişimiydi. 2001’de “yenilikçilik” iddiasıyla yola çıkan kadrolar, aslında Millî Görüş’ün siyasal kodlarını değiştirmediler; sadece onları dönemin ruhuna uygun biçimde yeniden yorumladılar. Bu yorum, Batı’yla uyumlu, liberal ve piyasa dostu bir görünümle sunulsa da, özünde devletle toplum arasındaki güç ilişkisini dönüştürmedi. Sadece o gücü tek bir merkezde toplamanın yollarını meşrulaştırdı.

Erdoğan’ın siyasi evrimi bu sürecin en görünür ifadesidir. 2000’lerin başında “reformcu lider” olarak yükselen figür, kısa sürede devletle özdeşleşen bir karizmatik otoriteye dönüştü. Demokratikleşme söylemi, iktidarın yeniden biçimlenmesinde araçsallaştırıldı; özgürlük dili, merkezileşmenin kılıfı haline geldi. Erdoğan, her dönemde değişen koşullara göre söylemini uyarladı ama özünde gücü tek elde tutma refleksinden hiç vazgeçmedi. Bu refleks, 2010’lardan itibaren Türkiye’yi kurumsal otoriterliğin kalıcı zeminine taşıdı.

Bugün gelinen noktada, Türkiye’de otoriterlik artık bir yönetim biçimi değil, bir siyasal kültür haline gelmiş durumda. Millî Görüş’ün ahlaki ve manevi temelleri, yerini mutlak sadakate dayalı bir iktidar anlayışına bıraktı. “Dava” söylemi artık bir inanç değil, iktidarı korumanın ideolojik kılıfı haline geldi. Erdoğan’ın siyasi evrimi, bir geleneğin yozlaşmasından çok, o geleneğin araçsallaştırılarak kişisel iktidarın zırhına dönüştürülmesi anlamına geliyor.

Machiavelli’nin Prens’inde uyardığı gibi, “iktidara giden yol dostlarla döşenir, ama iktidarın kendisi yalnızlıkla korunur.” Erdoğan da bu yalnızlığı seçti; onu iktidara taşıyan herkesi ve her fikri, sonunda iktidarının gölgesine gömdü. Geriye kalan ne Millî Görüş’ün maneviyatı ne de muhafazakâr demokrasinin iddiası oldu  sadece gücün kendi varlığını sürdürme içgüdüsü.

Sonuçta Türkiye’nin yakın siyasi tarihi bize bir kez daha şunu hatırlatıyor: Bu ülkede iktidar, gömleğini sık sık değiştirir; ama kumaşı hep aynıdır. Ve o kumaş, artık yalnızca ütülenmiş değil, güç tarafından yeniden dokunmuş bir haldedir.

“Her değişim, içinde kendi karşıtını taşır; çünkü iktidar, fikirlerle değil, alışkanlıklarla yaşar.”
Antonio Gramsci

Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri Bölümü

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)