Türkiye’de siyasal sistemin üzerinde gölge gibi duran, iktidarların değişmesine rağmen ortadan kalkmayan bazı dosyalar vardır. Bu dosyaların ortak özelliği, devletin kendi iç reflekslerinin, tarihsel kodlarının ve siyasal alanı şekillendiren güç merkezlerinin en çıplak hâlde görünmesini sağlamasıdır. Kürt meselesi bu dosyaların en büyüğüdür. Çünkü Kürt meselesi sadece bir etnik kimlik meselesi değildir; Türkiye’nin demokratikleşme kapasitesini, temsil adaletini, siyaset yapma biçimini, devlet aklının sınırlarını ve toplumun değişim arzusunu aynı anda içinde taşıyan bir yapısal sorundur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne Türkiye siyasetinde hiçbir dönem bu dosya tamamen kapanmamış, sadece görünürlüğü azalıp artmıştır. Devlet aklının modernleşme ile güvenliği aynı potada eritme refleksi, meseleye daima “kontrol edilmesi gereken” bir tehdit olarak yaklaşılmasına neden olmuştur. Bu nedenle Kürt meselesi hiçbir zaman demokratik bir çerçevede ele alınamamış; ya bastırılmış, ya ertelenmiş, ya da araçsallaştırılmıştır. Bu da Türkiye’nin en büyük siyasal tıkanıklığını oluşturmuştur.
Bugün ise Türkiye yeniden bu dosyanın ortasındadır. Bu kez fark şudur: Toplum değişmiştir. Siyasal aktörler değişmiştir. Devlet içi dengeler bile değişmiştir. Ama meseleye yaklaşım hâlâ eski reflekslerle yürütülmektedir.
Bu yazının amacı tam da bunu anlatmaktır: Türkiye eski yöntemlerle yeni sorunları çözemez. Çözüm adresi İmralı değil, parlamentodur. Türkiye’nin geleceği kapalı kapılarda değil, açık siyasettedir.
Ve bugünkü siyasal gelişmeler, özellikle Bahçeli’nin çıkışı, Fethi Yıldız’ın pozisyonu, Erdoğan’ın sessizliği, AKP’nin yönsüzlüğü, CHP’nin net tutumu ve Özgür Özel’in parlamento merkezli söylemi; tüm bunlar yeni bir siyasal saflaşmanın, yeni bir güç mimarisinin işaretidir.
I. Tarihin Derinliği: Devlet Akılla Toplum Gerçeği Arasında Kalan Bir Dosya
Erken Cumhuriyet döneminde ulus devlet inşası, toplumsal farklılıkların yönetilmesi üzerine değil, birleştirilmesi üzerine kuruluydu. Bu strateji, Kürt kimliğini ve taleplerini “ulusal bütünlüğe tehdit” olarak konumlandırdı. Devlet aklı “farklılığı güvenlik kategorisine sıkıştırma” refleksi geliştirdi. Bu refleks zamanla kurumsallaştı ve devletin tüm kurumlarına işledi. 1990’lar bu refleksin en sert yaşandığı yıllardır. OHAL’in normalleştiği, faili meçhullerin gölge gibi dolaştığı, toplumsal hafızada derin yarıkların oluştuğu dönem…
2000’lerin başındaki reform girişimleri kısa bir nefes alanı açtı. Ancak bu reformlar stratejik bir demokratikleşme iradesine değil, konjonktürel ihtiyaçlara dayanıyordu. Bu yüzden kalıcı olamadılar. Türkiye bir fırsat yakaladı, ama bu fırsatı taşıyamadı. Ve dosya kapanmadı.
II. SHP’den DEM’e Uzanan Yol: Meşruiyetin Bedeli
Kürt siyasi hareketinin Türkiye’de meşruiyet kazanmasının bir günde olmadığını anlamak gerekir.
Bu meşruiyet seçim zaferleriyle değil, yasaklarla, kapatmalarla, baskılarla, toplumsal bedellerle şekillendi. SHP’nin 1990’larda Kürt temsilini Meclis’e taşıması, Türkiye siyasetinde bir kırılmaydı. Çünkü ilk kez Kürt seçmenin iradesi parlamentoya taşınıyor, siyaset kriminalize edilmek yerine kurumsal zemine oturuyordu.
DEP–HADEP–DEHAP–-HDP–-DEM çizgisi bir siyasal yolculuk değil, meşruiyet inşa sürecidir. Bu sürecin gerçek kırılma noktası ise 2015 seçimleridir.
2015’in anlamı
DEM çizgisi ilk kez barajı aştı. Demirtaş’ın dili metropollerle bağ kurdu. Kürt siyaseti bölgesel değil, ulusal bir aktör hâline geldi. Bu tablo iktidarın siyasal mimarisini sarstı. Çünkü artık mesele sadece Kürt seçmeni değildi; Türkiye’nin geniş kesimleri değişim talebini bu siyasi damar üzerinden dillendirmeye başlamıştı. Bu nedenle Demirtaş’ın neden hâlâ içeride olduğu sorusu haklı olarak bugün bile masadadır. Çünkü Demirtaş’ın özgürleşmesi Türkiye’de demokratik siyasetin özgürleşmesi demektir. Bu da bazı güç merkezlerinin istemediği bir dönüşümdür.
III. Bugünün Gerilimi: Bahçeli’nin Çıkışı, Fethi Yıldız’ın Rolü, Erdoğan’ın Sessizliği, AKP’nin Yönsüzlüğü
Türkiye son aylarda yeniden İmralı eksenli bir tartışmanın içine çekildi. Bu tartışmayı tetikleyen isim Devlet Bahçeli’dir. Bahçeli’nin kısa süre önce kurduğu cümle:
“Çözüm ne DEM’dedir ne Edirne’dedir; çözüm İmralı’dadır.”
Bu cümle sadece bir siyasi hamle değildir. Bu cümle:
- Devlet içindeki güç odaklarının çözüm alanını kendi kontrolünde tutma isteğini,
- AKP’ye verilen sert bir uyarıyı,
- Çözümün meşruiyetini parlamentodan uzaklaştırma çabasını gösteren stratejik bir hamledir.
Bu çıkışın hemen ardından MHP’nin ağır isimlerinden Fethi Yıldız’ın İmralı’ya gitmesi öngörülen komisyona dâhil olması tesadüf değildir. Bu bir tesadüf değil, bir güç mesajıdır. Bahçeli’nin siyasi alanı belirlediği, AKP’nin bu alanın dışına çıkamadığı bir durum yaratılmıştır. Erdoğan’ın Sessizliği Erdoğan bu süreçte olağanüstü derecede sessizdir. Bu sessizlik bir zayıflık değil, bir risk yönetimi stratejisidir.
Erdoğan biliyor ki:
- Süreci açıkça sahiplenirse MHP kopabilir.
- Süreci reddederse Kürt seçmen tamamen uzaklaşır.
- Süreci yönetirse siyasi maliyet ona kalır.
- Süreci izlerse yönü belirleyen değil, yönü gözeten olur.
Bu nedenle sessizdir. Bu sessizlik bir tercih değil, bir mecburiyettir.
AKP’nin Pozisyonu: İki Arada Bir Derede
AKP bugün çözüm konusunda yönsüzdür. Parti içinde üç farklı çizgi vardır:
- “Kürt seçmenle yeniden ilişkilenmeliyiz” diyen pragmatistler
- “MHP’yi kaybedersek iktidar biter” diyen statükocular
- “Süreç başlarsa sorumluluk bize yüklenir” diyen korkucular
Bu üç çizgi aynı anda yürütülemediği için AKP hiçbir açıklama yapamaz hale gelmiştir.
IV. CHP’nin Pozisyonu: Çözümün Adresi İmralı Değil, Parlamentodur
Bu tabloda en net pozisyonu koyan parti CHP olmuştur. CHP’nin “İmralı’ya heyet göndermeyeceğiz” kararı yüzeysel bir politik tutum değildir: Bu karar devlet aklına karşı demokratik siyaseti savunan bir ilkedir.
CHP’nin çizgisi şudur:
- Çözüm kapalı kapılarda değil, parlamentoda üretilir.
- Çözüm bir kişiyle yapılan görüşmede değil, toplumun iradesini yansıtan kurumsal zeminde bulunur.
- Edirne’deki duvarlar kalkmadan, Türkiye’nin demokratikleşme iddiası eksik kalır.
- Demirtaş’ın içeride tutulması çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet eder.
Özgür Özel’in söyleminin önemi
Özgür Özel açık ve net şekilde şunu söylemiştir: “Türkiye’nin kaderine bir kişi değil, millet karar verir.” Bu cümle çözümün adresini İmralı’dan alıp parlamentoya taşıyan en kritik söylemdir. Edirne’nin siyasal anlamı Edirne bir hapishane değildir. Edirne, Türkiye’de:
- Demokrasi talebinin,
- Meşruiyet arayışının,
- Temsil krizinin,
- Hukukun siyasallaşmasının somutlaştığı bir semboldür.
Edirne’de çözülmeden, Türkiye’de hiçbir mesele tam çözülmüş sayılmaz.
V. İmamoğlu’nun Konumu: Sistem İçin Kontrol Edilemeyen Yeni Lider
İmamoğlu bugün Türkiye siyasetinde sistemin en zor kontrol ettiği figürlerden biridir. Onu Demirtaş’ın 2015’teki konumuyla birebir örtüştürmek doğru değildir, ancak sistem açısından benzer bir yön vardır:
Her ikisi de toplumsal meşruiyeti devlet aklının önüne geçirir. İmamoğlu’nun kontrol edilememesinin sebepleri:
- Metropollerde kurduğu büyük sosyal koalisyon
- Gençlerle kurduğu duygusal bağ
- Değişim ve normalleşme talebinin adresi hâline gelmesi
- Kutuplaştırıcı değil, umut verici bir dil kullanması
Bu yüzden sistem, davalarla ve baskılarla onu daraltmaya çalışmaktadır. Çünkü Türkiye’de yeni siyasal mimari kurulacaksa bunun taşıyıcı aktörlerinden biri kaçınılmaz şekilde İmamoğlu’dur.
VI. Türkiye’nin Sıkışmışlığı ve Yeni Siyasal Eşik
Türkiye şu anda üç ana gücün baskısı altında sıkışmıştır:
- Güvenlik bürokrasisi
- Merkezileşmiş yargı
- Milliyetçi siyasal blok
Bu yapılar çözümsüzlüğü üretir, çünkü kendi güçlerini çözümsüzlükten alırlar. Bu nedenle çözümün adresi:
- Ne İmralı’dır,
- Ne kapalı kapılardır,
- Ne de siyasi hesap odaklı geçiş süreçleridir.
Çözümün adresi parlamentodur, yani halkın iradesidir. CHP’nin bugün koyduğu pozisyon bu nedenle tarihsel olarak kritik bir eşiği temsil eder.
VII. Toplumun Değişimi ve Siyasetin Yetersizliği
Bugün Türkiye’de toplum değişmiştir:
- Gençler özgürlük dili istiyor.
- Kürtler eşit yurttaşlık istiyor.
- Türk halkı krizlerden, kutuplaşmadan ve belirsizlikten yoruldu.
- Kadınlar güvenlik ve eşitlik istiyor.
- Metropoller nefes almak istiyor.
Toplum değişti ama siyaset hâlâ eski reflekslerle yönetiliyor. Türkiye artık:
- Eski açılıma dönemez,
- Eski kapanışa dönemez,
- Eski korkularla yönetilemez,
- Eski siyaset diliyle ikna edilemez,
- Eski devlet refleksiyle normalleşemez.
VIII. Sonuç: Kürt Meselesi Bu Ülkenin Kaderi Değil Cesareti Eksik Kalmış Bir Reformdur
Kürt meselesi Türkiye’nin kaderi değildir. Kader diye dayatılan şey, alınmayan siyasal kararların, ertelenen reformların, korkularla yönetilen devlet reflekslerinin sonucudur. Bu yüzden çözüm:
- İmralı’da değil, parlamentoda başlar,
- Edirne’deki duvarların kalkmasıyla ilerler,
- Toplumsal meşruiyetle güç kazanır,
- Demokratik siyasetle tamamlanır.
Türkiye artık şunun kararını vermek zorundadır: Bu ülke kendi geleceğini kapalı kapılarda mı kuracak, yoksa açık siyasetle mi? Bu soru hem bugünün hem yarının sorusudur. Ve bu ülkenin kaderini belirleyecek olan da bu soruya verilen cevaptır.
Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi



