Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 10 Temmuz 2025’te Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurum (TİHEK) Başkanlığı’na atandı. Böylelikle 25 Temmuz 2018’de başlayan ve 7 yıl süren İletişim Başkanlığı macerası sona ermiş oldu. Yaptığı çalışmaların toplumda yarattığı etki göz önüne alındığında bu dönemde yaşananlar mutlaka ayrıntılı olarak incelenmeli.
Zira Fahrettin Altun aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin anlatılarını ve hikayelerini kurgulayan kişi olarak da biliniyor. Son derece kapalı ve devletin şeffaflığına aykırı şekilde çalışmalar yürüten Altun ve İletişim Başkanlığı’nın Türkiye’nin zihinsel ve düşünsel atmosferine ve özgür basın ortamına nasıl zarar verdiğini analiz etmek zorundayız. Böylece demokrasi karşıtlarının bir rol modeli olarak hatırlanmasına engel olmalıyız.
İletişim Başkanlığı İhtiyacı
Eski Türkiye’de ve normal demokrasilerde kurumların kamuoyu ile iletişimini sağlama görevi çoğunlukla sözcülere verilir. Parti sözcüsü, Başbakanlık sözcüsü ya da Bakanlık sözcüsü o kurumun resmi görüşlerini kamuoyuna aktarır ya da cevaplanması gereken soruları ilk ağızdan yanıtlayarak en sağlıklı şekilde iletişim kanallarını açık tutarlar.
Ancak demokrasi olmayan ülkelerde medya devlet tekelinde ya da en azından baskı altında olduğundan, muhalefet ya olmadığından ya da kontrollü olduğundan, sivil toplum faaliyetleri de serbestçe yürütülemediğinden dolayı insanların haber alma kaynakları oldukça sınırlı hale gelir. Bu yüzden ortalıkta dolaşan enformasyonu kontrol etmek için propaganda merkezi işlevi gören yapılar oluşturulur. Çünkü tüm toplum nasıl kontrol altında tutulmak isteniyorsa bilgi, haber ve dedikodular da kamu kontrolünde tutulmak istenir. Demokrasilerde ise böyle merkezler yoktur, kurumlar kendi görüş ve açıklamalarını yapar. Herkes istediği şekilde bunu yorumlar ve tartışır.
2017 referandumundan sonra Türkiye’de rejim değişti. Bunun bilincinde olan iktidar sahipleri, medyayı, muhalefeti ve sivil toplumu baskı altına alabilecekleri bir ortam yarattıklarını bildikleri için enformasyon tekelini de eline almak istediler.
Türkiye’nin demokratik bir geleneği vardı ve o yüzden kamudan yapılan açıklamalar her zaman doğru kabul edilmiyor ve itiraza açık oluyordu. Dolayısıyla İletişim Başkanlığı da buna göre bir yapı adapte ederek sadece bilgiyi kontrol etmeyi değil, kamuoyunda hangi konuların öne çıkması gerektiğinden tutun muhalefetin hangi konuları tartışması gerektiğine kadar geniş bir alanda çalışmalar yürüttü.
Bunun için öncelikle merkez medya hükümet kontrolüne alındı. Bu doğrudan değil iktidara yakın iş insanları aracılığıyla gerçekleştirildi. Bunların en bilineni 2018 yılında Ziraat Bankası’ndan alınan ve (bu tarih itibarıyla hala geri ödenmemiş olan) 800 milyon dolarlık kredi ile merkez medya devi Doğan Medya’nın hükümete yakın Demirören Holding tarafından sayın alınması idi. Bu dönemde merkez medya gibi görünen kanalların pek çoğu sadece tek taraflı bir iktidar propagandası yapmadılar ayrıca muhalefet adına konuştuğu iddia edilen kişilere de bolca yer vererek muhalif kamuoyunu da şekillendirmeyi amaçladılar.
Bunun yanında sosyal medya Recep Tayyip Erdoğan’ın da korktuğu bir alan olarak öne çıkıyordu. Geçmişte oluşturulan Troll orduları çeşitlendirilerek sosyal medya üzerinde bir tahakküm kuruldu. Bu hakimiyet sadece AK Troll olarak bilinen yapılar dışında muhalif görünümlü profiller ile de geliştirildi. Bunlar sayesinde muhalif camia pek çok noktada manipüle edilebildi.
İletişim Başkanlığı Hangi Çalışmaları Gerçekleştirdi?
İletişim Başkanlığı’nın sistemin ilk döneminde (2018-2023) gerçekleştirdiği en büyük operasyon yapay bir milliyetçilik anlayışı üzerinden toplumu manipüle etmek idi. Buna göre milliyetçiliğin özelikle gençler arasında yayılması için uygun zemin hazırlandı. Çünkü gençler arasında AKP’ye ilgi oldukça düşüktü ve kendisine yönelmeyen genç seçmenin en azından en güçlü rakibe karşı da yönelmesi engellenmek istendi. Böylece genç erkekler arasında milliyetçiliği parlatacak adımlar atıldı. Bu çalışmalar sayesinde siyasi olarak gücü sınırlı olan Sinan Ogan ilk turda %5 oy almayı başardı.
Bunun diğer bir yanı da muhalefeti terör ile işbirliği yapmakla suçlamak oldu. Oluşturulan siyasi atmosfer nedeniyle muhalefet mensupları sürekli olarak terörist olmadıklarını kanıtlamak zorunda hissettiler. Popüler bir YouTube kanalına konuk olan her muhalif şu soruyu cevaplamak zorunda kaldı: “PKK bir terör örgütü müdür?”
Bu çalışmalar da sonucunu verdi. İYİ Parti paralize olurken iyi çıkış yakalayan DEVA Partisi de bu atmosfer ile mücadele edemeyerek büyüyemeden eridi. CHP ise terörle işbirliği yapan bir parti olarak gösterilerek hem kendi tabanında hem de muhalif seçmende bu süreci yönetmekte zorlandı. Son noktada Erdoğan mitinglerde montajlanmış videolar yayınlayarak bu propagandayı zirveye taşıdı.
İletişim Başkanlığı’nın algı operasyonlarının nokta atış hedeflere odaklandığını söylemek de mümkün. Örneğin “İmamoğlu İkinci Erdoğan mı olacak?” şeklindeki tartışma uzun süre muhalifleri meşgul etti. Halihazırda otoriter bir yönetime karşı çıkan güçlü bir adaya böyle bir suçlamada bulunmak mantıksal olarak hatalı olsa da etkin propaganda nedeniyle muhalif çevrelerde bu tartışmanın bir sonucu olarak erimeler meydana geldi.
Bunun dışında “Türk mü Türkiyeli mi?”, Şeyh Said, LGBT, Kürtler, savunma sanayi gibi başlıklar da yine İletişim Başkanlığı’nın yürüttüğü operasyonlar arasında yer alıyordu. Bu konular elbette toplumda tartışılabilir ve fikir yürütülebilir ancak bu başlıklar hedef gösterme, yaftalama ve çatlak yaratma amacıyla kullanıldı. Türkiye önemli konularını tartışamaz hale geldi. Kamuoyu sadece birbirini suçlayan ve yaftalayan insanların sesini duyabildi.
Fahrettin Altun’un Sonu
Siyasi şartlar gereği 2023’ten sonra başka bir iktidar manzarası ortaya çıktı. Türkiye beş yıllık süreçte hem ekonomik hem de sosyal yapı olarak çökerken Erdoğan iktidarını korumak için revizyona gitmek zorunda kaldı. Heterodoks ekonomi politikaları yerine Mehmet Şimşek’in göreve getirilerek “kemer sıkma” politikalarına dönülmesi bunun en önemli örneğidir. Henüz birkaç yıl önce düşük faiz politikası Erdoğan’ın komik teorileri ile savunulurken 2025 yılında Türkiye dünyanın en yüksek reel faizini ödeyen ülkelerinden biri oldu.
Yine Kürtlerle en ufak temasın teröristlik ile etiketlendiği bir dönemin ardından “Terörsüz Türkiye” süreci başlatıldı. Kürt oylarına olan ihtiyaç ve anayasal değişiklik için DEM Parti’nin desteğinin gerekliliği nedeniyle gündeme alınan bu süreçte bir yandan Öcalan için övgü dolu sözler kullanılırken öte yandan terör nedeniyle tutuklanan belediye başkanlarının olduğu trajikomik bir atmosfere geçiş yapıldı.
Böyle bir dönemde 5 yıllık iletişim politikalarının revize edilmesi, tüm sistemi bunun üzerine kuran Fahrettin Altun’u oldukça yıprattı. 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan CHP’ye baskı sürecinde oldukça dirayetli bir direniş gösteren CHP’ye karşı Altun yönetimindeki İletişim Başkanlığı iletişim savaşını kaybetti.
Üzerinden 4 ay geçmesine rağmen gündemin birinci maddesi İmamoğlu olmayı sürdürüyor. Bu İletişim Başkanlığı gibi bir propaganda makinesi için net bir başarısızlıktır. İşte bu başarısızlık Altun’un görevine mal oldu. Her ne kadar farklı söylentiler olsa da Altun’un bu yeni dönemi taşıyamadığı ve CHP’nin direnişini aşamadığı gerçeği neden bize görevden alındığını anlatıyor.
Çıkarılacak Ders
Türkiye’nin bir İletişim Başkanlığı’na değil özgür medyaya, demokratik kurumların işleyişine ve güvenilir bir hukuk sistemine ihtiyacı var. Demokratik toplumlarda tabir-i caizse her kafadan bir ses çıkar dolayısıyla devletin amacı bu çoğulculuğu ve çok sesliliği korumak olmalı. Aksi takdirde bir kişiyi koltuğunda tutmak uğruna bir toplumun ve özellikle gençliğin sağlıklı düşünme ve kamusal tartışma yeteneklerinin nasıl yok edildiğini hepimiz yaşayarak görüyoruz.
Yazar: Cem ÖZEN / Siyasi İletişimci