“Bir defa AK Parti şahıs merkezli bir siyaset değil, ilke bazlı bir siyaset izleyecek. Özellikle liderlik sultasının kalktığı bir parti olarak bizleri göreceksiniz. Lider, tekelci bir aklın temsilcisi olmayacak. Lider kolektif aklın, ortak bir düşüncenin temsilcisi olacak. Bizi temelde diğer siyasi partilerden ayıran bunlardır.”
Birand’ın 32. Gününe katılan AK Parti lideri genel seçimlerden yalnızca 1 sene evvel, 2001 sonbaharında böyle anlatıyordu Türk siyasetinin kundaktaki bebeğini. İdeolojik temele oturan, mağduriyetlerin yol açtığı bir davaya yaslanan, milletin değer yargılarıyla(?) çatışmayan, yeni nesil fakat bir o kadar da gelenekçi, hibrit bir siyaseti tarifliyordu aslında Tayyip Erdoğan. Bu tarifi yapmasında da elbette geçerli sebepleri vardı. 28 Şubat süreci, devamında Pınarhisar serüveni, mevcut koalisyon hükümetinin yalpalaması ve yine o iktidarı idare eden isimlerin siyaseten uzatma dakikalarını oynaması en büyük şansıydı Erdoğan’ın.
Her ailede bayram gününe neşe katan, kapıdan aniden belirmesi beklenen bir dayı profili vardır. Dayı odaya girer, koltuğuna oturur, başlatır anlatmaya. Sabahtan beri dur durak bilmeyen evin küçükleri arkasına yaslanıp dayının anılarını dinler can kulağıyla. Dinletmeyi başarır kendisini. Evin torununu da güldürür, yüzü her daim asık dedesini de.
Türk siyasetinde de dönem dönem böyle figürler var olmuştur elbette. Örneğin Demirel. Karikatürize olmadan ciddi meselelerin konuşarak ve tebessüm ederek aşılabildiğini öğretmiştir memlekete. Çatık kaşlı Türk siyasetine yeni bir soluk getirmiştir. Yine aynı dönemlerde ortaya çıkan Ecevit de iyi hatip olmanın önemini göstermiştir herkese. Halkçı tabiri doğmuştur bir anda.
Aradan yıllar geçmiş, siyasetimizin üvey evladı Refah/Fazilet ekolünden gelen genç bir hatip çıkmıştı ortaya. Tayyip adındaki bu genç daha önce emsali görülmemiş şekilde iyi bir anlatıcıydı. Dışlanan Refah siyasetinin kendisine zor bela bulduğu dar salonlara binlerce vatandaş toplamayı başaran, anlattığı sahici hikayelerle seçmeniyle duygusal bağ kuran bu gencin ayak sesleri duyuluyordu artık Türkiye’de. Derken, solun kendi içinde kavgaya tutuşmasının da yardımıyla 94 seçimlerinde aradan sıyrılıp İstanbul’u yönetme şansını bulmuştu bu delikanlı.
Bugünlerde çokça işittiğimiz müesses nizam rahatsız olmuştu bu hızlı yükselişten. Kapatma davaları, siyasi yasaklar, kamusal/sosyal alanda yaşam tarzına yönelik devlet tacizleri ardı ardına sıralanmıştı. Tehdit olarak görülen bu genç delikanlı dava üstüne davayla yıldırılmaya çalışılmış; açılan her soruşturma, verilen her ceza şöhretinin katlanmasına ve liderliğinin pekişmesine katkı sunmuştu yalnızca. En sonunda milletle inatlaşmanın sonuçlarını görüp pes eden de yine aynı müesses nizam olmuştu.
Baskıdan, zulümden, adaletsizlikten, ekonomik dar boğazdan dem vuran bu genç, ekürisiyle birlikte yeni bir parti kurmuş; adına da Adalet ve Kalkınma Partisi’ni uygun görmüştü.
Cinsiyet eşitliği, ekonomik reformlar, yeni yargı düzeni, siyasi/askeri vesayetin sonlanması, spor/sanat ve kültürel sektörlerde atılımlar, siyasette eşit temsil ve eski yüzlerin tasfiyesi başlıca vaatlerinden olmuştu bu genç ekibin.
Artık muhalife ayrı, iktidara ayrı ikili hukuk sistemi işlemeyecekti. Dindarların mağduriyetleri giderilecek, kamuda ve sosyal hayatta eşit haklar mümkün kılınacaktı. Bu hukuki/sosyal reformların akabinde de bir ekonomik sıçrama yaşanacaktı elbette. Beklenen ve vadedilen olmuştu. Girdiği ilk seçimi kazanan Erdoğan-Gül ikilisi tek başına iktidar olmuş, devamında da halkın teveccühünü kazanmıştı.
Fakat bir şeyler ters gidiyordu. Reformların irticai faaliyetlere evrildiğine, tarikatlara alan açıldığına, asıl hedefi gizleyen bir maskeli balo oynandığına yönelik sesler yükseliyordu muhalif cenahtan. Kısa kızıl saçlı laik teyzeler bir şeylerin kokusunu almıştı. Lakin birçoklarına göre paranoyak bulunan teyzelerimizin bu tepkisi cılız kalıyor, sandığa yansımıyordu. İktidar tek başına %50’yi zorlarken, muhalefet Cumhuriyet Mitingleri’yle yankı odasında çırpınıp duruyordu.
Erdoğan tehdidin kokusunu hemen aldı. Kendisini silmeye(?) çalışan bu yapıyı henüz temizleyememişti. Tehdit olarak lanse edilen bu mitingler kültürel savaş için bir şans yaratmıştı Erdoğan’a. Elbette bu fırsatı kaçırmadı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları hemen ardına sıralandı bu mitinglerin. İtirafçı beyanlarına dayanan, birbiriyle çelişen onlarca tanık ifadesinin yer aldığı, rahatsızlanan tutukluların ölüme terk edildiği binlerce dava dosyasıyla devlet ve askeriye yeniden dizayn ediliyordu. Neyin ne kadar inandırıcı olduğunun bir önemi yoktu. Çünkü “milli irade” Erdoğan’ın arkasındaydı. Ona her şey mübahtı, yetkiyi almıştı bir kere.
Yıllar sonra beraatle sonuçlanacak davalar silsilesiyle en büyük hamlesini yaptı Erdoğan. Daha sonra “Kandırıldık.” diyeceği eski dostunun müritleriyle devlet kadroları doldurulmuştu. Muhalifler büyük bir mevzi yitirmişti fakat henüz tam anlamıyla farkında değillerdi. Savaş açıktan başlamıştı artık. Gezi Direnişi muhaliflerin patlama noktası oldu. Aylar süren eylemler bastırılınca doların 10 kuruş yükselmesi gerekçe gösterilerek toplumun yarısı hain ilan edilmişti. %50 evinde zor tutuluyordu. Halbuki öteki %50 için mesele, yaklaşan tehdidin görülmüş olmasıydı. Kolektif aklın temsilcisi olacağını beyan ederek iktidara gelen Erdoğan tek adamcılığa soyunuyordu.
15 Temmuz belirdi bir anda. Devletin kozmik odasını açacak kadar güvendiği dostunun ihanetine uğramıştı Erdoğan. Fakat bu da bir fırsattı. Ne için? Elbette daha da otoriterleşmek için. Yaklaşık 1.5 senelik OHAL şartlarını oldukça sevmiş olacak ki, Erdoğan daha fazla yetki istiyordu milletten. Çünkü tüm bu yaşanan sıkıntıların müsebbibi asla kendisi olamazdı. Bu da CHP’nin suçuydu. Mikro-iktidarla yetinen, göz boyayan 1-2 eylem dışında hiçbir tehdit yaratmayan bu ezeli düşmanı ve onun yarattığı tarihsel tahribatı ortadan kaldırmak bir beka meselesiydi.
Erdoğan yetkiyi istedi, halk ona bir kez daha istediğini verdi. Hiçbir konuda uzmanlığı olmayan yaşlı kurta “ustalık döneminde” tek imzayla dilediğini yapma hakkı tanındı.
Değişim meyvelerini verdi. Tüm endekslerde hızlı bir dibe vuruş yaşandı. 10 kuruş dolar yükseldi diye muhalefeti ihanetle suçlayan Erdoğan’ın tek yetkili olduğu sistemde döviz 3 liradan 45 liraya dayandı. Kurumlara güven sıfırlandı. Sosyal/ahlaki çürüme boy gösterdi. Sınırlar delik deşik oldu, demografi bozuldu.
Tüm yetkiyi elinde toplayan fakat bütün sorumluluklardan azade Erdoğan’ın seçim kazanmak için tek şansı muhalefeti kontrol altında tutmasıydı. Erdoğan gerekeni yaptı, bir zafer daha kazandı. Aslına bakarsanız seçmen, ilk turda Erdoğan’ı, ikinci turda Kılıçdaroğlu’nu istemediğini oyladı 14 Mayıs’ta.
Fakat artık yolun sonu görünmüştü. Kurultayla değişimi sağlayan CHP’de, Erdoğan’ın yükseliş dönemine benzeyen bir ikili ortaya çıkmıştı.
İmamoğlu-Özel yeni jenerasyonu temsil ediyordu. Eski yüzlerin tarihe karışacağı, reformların yapılacağı, CHP’nin yıllardır içinde savrulduğu yankı odalarının tarihe gömüleceği yeni nesil siyaseti tarifliyordu bu ikili.
Ekrem İmamoğlu bayram sabahı yolu gözlenen dayısı olmuştu Türk siyasetinin. Seçmene temas eden -evet gerçekten arada temas eden-, hitabeti ve yakın iletişimi yakın siyasi tarihimizde daha önce tecrübe edilmemiş şekilde etkileyici, dindar cenahla barışık Atatürkçü bir siyasetçi doğmuştu bir anda.
İşte Erdoğan’ı da tam olarak bu korkuttu. Ayıpladığına benzeyen uzun adamı kendi silahıyla tehdit eden bir delikanlı belirmişti bu kez. Üstelik hemen hemen her şeyi ondan daha iyi uyguluyordu bu adam. Evet, Erdoğan hala koşabiliyordu fakat depar atan biri vardı karşı mahallede.
Erdoğan reçeteyi yazdı. İmamoğlu’nu mağlup etmesinin olanaksız olduğunu görerek bıçağını bileyledi. Devlet erkini ve yargı sopasını hunharca sallamaya başladı. Davalar, soruşturmalar, aile üyeleri üzerinden gözdağı girişimleri, Tv kanallarına karartmalar, gazeteci tutuklamaları, sosyal medya hesaplarının yasaklanması ve niceleri…
Sonuç alıyor çünkü muktedir. İktidarı elinde tuttuğu için yapabiliyor fakat yapabiliyor olması bu hamlelerin çok büyük bir siyasi ve sosyolojik faturası olacağı gerçeğini değiştirmiyor. Yalnızca mevcut sonu öteliyor. Tekelci bir aklın ve liderlik sultasının büyüsüne kapılan Erdoğan kendi hikayesini yazmasına vesile olan o günlere koştuğunu ne yazık ki göremiyor. Fakat bu tünelin sonu da çeyrek asır önceyle aynı yere çıkıyor.
Sırtını millete dayayanın kazanacağı o er meydanına…
Yazar: Av. Şöhret Can Kolsuz