Cumhuriyet Halk Partisi’nin Siyasal Dönüşümü: Türkiye’nin Merkez Partisi Olarak Yeniden Konumlanışı

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Cumhuriyet Halk Partisi’nin Siyasal Dönüşümü: Türkiye’nin Merkez Partisi Olarak Yeniden Konumlanışı

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), özellikle 1980 sonrası Türkiye siyasetinde, hem akademik literatürde hem de medya ve kamuoyu temsillerinde, uzun süre boyunca “%25 bandına sıkışmış, seküler Batı kıyılarının partisi” şeklinde kodlanmıştır. Bu indirgemeci çerçeve, partinin Kemalist-modernist ideolojik formasyonuna yaslanarak, Batı Anadolu ve büyükşehirlerdeki laik-şehirli orta sınıflar arasında hegemonik bir temsil gücü kurabildiğini; buna karşılık Anadolu’nun iç bölgelerinde, Kürt illerinde ve dindar- muhafazakâr seçmen kitleleri nezdinde yapısal bir temsil krizine sürüklendiğini varsaymaktaydı. CHP’nin siyasal, mekânsal ve kültürel olarak daraltılmış bu temsiliyet alanı, onu ulusal düzeyde kapsayıcı değil, kimliksel olarak yalıtılmış bir elit partisi konumuna yerleştirmişti.

Ne var ki, 2010’lu yılların ortasından itibaren yoğunlaşan otoriterleşme dalgası, kimlik temelli kutuplaşmanın yarattığı tıkanmalar ve toplumsal taleplerin yön değiştirmesi, CHP’yi yalnızca stratejik değil, aynı zamanda söylemsel ve kurumsal düzlemde de dönüşmeye hazırlanamıştır. Bu dönüşüm süreci, partinin kendi içsel reform kapasitesi ile toplumsal tabandaki yeni arayışların kesişiminde ilerlemiş; böylece CHP, tarihsel olarak ulaşamadığı kimliksel ve çevresel bölgelerde meşruiyet inşa edebilen, farklı kimliklerin siyasal katılımına alan açabilen ve Türkiye toplumunun çoğulculuğunu yansıtabilecek bir merkez parti formuna evrilmiştir.

Artık CHP, yalnızca bir bölgeye, sınıfa veya yaşam tarzına hitap eden bir yapı olmaktan çıkmakta; farklılıkların demokratik eşitlik zemininde temsil edilebildiği, yeni bir siyasal sözleşmenin taşıyıcısı olarak yeniden konumlanmaktadır.

Merkez Parti Nedir?

Siyasal bilimler literatüründe “merkez partisi” (catch-all party, Volkspartei) kavramı, farklı toplumsal sınıflar, etnik gruplar, ideolojik kümeler ve yaşam tarzlarını kapsayarak geniş bir seçmen kitlesini kucaklayan, ortak yurttaşlık ve ortak gelecek tahayyülü sunabilen siyasal organizasyonları tanımlar. Otto Kirchheimer’ın “catch-all party” (herkese hitap eden parti) kavramsallaştırması, sınıf temelli parti yapılarına karşı gelişen bu yeni modelin teknik zeminini oluşturur.

Merkez partiler, sadece geniş tabanlı değildir; aynı zamanda siyasal sistemin istikrarı açısından kurucu işlevler üstlenirler. Toplumsal ayrışmaları yöneten, çatışmaları siyasal rekabet zeminine çeken ve farklı kimlikleri meşru biçimde temsil eden bu yapılar, çoğulcu demokrasilerin omurgasıdır.

Türkiye’de Merkez Partiler ve Çöküş Süreci

Türkiye’de merkez siyaset, 1950’lerde Demokrat Parti ile başlamış, 1960’larda Adalet Partisi ve CHP’nin yumuşak merkez rekabetiyle sürmüş, 1980’ler sonrasında ise ANAP ve DYP gibi partiler tarafindan taşınmıştır. Ancak 1990’larla birlikte kimlik siyaseti, ekonomik dönüşüm ve Kürt sorunu gibi yapısal krizler, merkez siyaseti zayıflatmış; ANAP ve DYP gibi “merkez sağ” partiler erirken, CHP de merkez sol iddiasını kaybetmişti.

2002 sonrası AKP, ilk döneminde “yeni merkez” gibi görünse de, giderek otoriterleşmiş; merkez siyaset, çoğulculukla değil, tekçi popülizmle özdeşleşmiştir. Bu bağlamda CHP’nin son dönemdeki dönüşümü, yalnızca kendi partisel geçmişi açısından değil, Türkiye’de merkez siyasetin yeniden inşası açısından da kritik önemdedir.

Günümüzde ise CHP, yalnızca seçmen tabanını aritmetik olarak genişletmekle kalmamış; siyasal temsilin kurumsal, söylemsel ve toplumsal düzeylerinde çok katmanlı bir yeniden yapılanma sergileyerek, farklı etno-kültürel, mezhepsel ve sınıfsal formasyonlardan gelen aktörleri yüksek yoğunluklu ve gönüllü bir siyasal iştirakle bünyesinde toplayabilen; bu yolla da Türkiye siyasetinde merkezî meşruiyetin yeniden tarif edildiği hegemonik zemine yerleşmiş bir siyasal özneye dönüşmüştür.

Bu dönüşümün ampirik düzeydeki en çarpıcı göstergelerinden biri, 2024 yerel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçiminde gözlemlenen mekânsal ve kimliksel temsil derinliğidir. CHP’nin aynı seçim döngüsünde hem İzmir gibi Cumhuriyetçi-modernist geleneğin sembolü olan bir büyükşehri, hem Adıyaman gibi muhafazakâr-dindar Kürt kimliğinin yoğunluklu olduğu bir ili belediye düzeyinde kazanabilmesi; hem de Diyarbakır gibi tarihsel olarak Kürt ulusal kimliğinin merkezî bir sembolik coğrafyasında cumhurbaşkanlığı düzeyinde %70’e varan oy alabilmesi, partinin yalnızca sosyolojik olarak genişlediğini değil, kimliksel temsiliyet alanlarını derinleştirdiğini ortaya koymaktadır.

Bu üç kent, Türkiye’nin siyasal coğrafyasındaki temel fay hatlarını temsil eder: seküler-modernist merkez, muhafazakâr-dindar çevre ve etno-kültürel farklılıklar. CHP’nin bu üç hattın tamamında siyasal meşruiyet üretmesi, onun artık sadece belirli bir yaşam tarzının ya da ideolojik grubun temsilcisi olmadığını; aksine Türkiye toplumunun çok katmanlı yapısına seslenen ve bu yapıyı siyasal düzlemde taşıyabilen bir “çoğulcu merkez partisi” haline geldiğini göstermektedir.

2024 yerel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin hem İzmir hem de Adıyaman’da belediye başkanlıklarını eşzamanlı biçimde kazanması, sıradan bir seçimsel performansın ötesinde, Türkiye’de siyasal tahayyülün yeniden kurulduğu bir moment olarak değerlendirilmelidir. Bu iki şehir, yalnızca coğrafi değil; aynı zamanda tarihsel ve habitüel düzlemde radikal biçimde ayrışmış iki kolektif kimlik uzamını temsil etmektedir: İzmir, Türkiye’nin modernleşmeci-laik ulus inşası sürecinde merkezin ideolojik ve estetik taşıyıcısı olarak kodlanırken; Adıyaman, periferik dindarlığın, Kürt kimliğinin ve geleneksel cemaat yapılarının mekânsal tortusu olarak tahayyül edilmektedir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin cumhurbaşkanlığı seçimleri bağlamında Diyarbakır’da %70’e yaklaşan oy oranına ulaşması, yalnızca bir rakamsal başarı olarak değil, Kürt seçmenin kolektif hafizasında yer etmiş olan “devletçi, güvenlikçi ve inkârcı CHP” imgesinin radikal bir tersinimi olarak okunmalıdır. Bu dönüşüm, salt retorik düzlemde değil; Kürt meselesine ilişkin siyasal tahayyülün yeniden inşası, aday listelerinde temsiliyetin çok katmanlılaştırılması, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) ile geliştirilen çatışmasız ve diyalojik ilişki biçimi gibi kurumsal ve pratik açılımlarla gerçekleşmiştir.

Diyarbakır’daki bu dönüşüm, Gramsciyen anlamda rıza üretiminin yalnızca üstyapısal bir söylem üretimiyle değil, aynı zamanda maddi ve kurumsal ilişkiler düzleminde inşa edilen karşılıklı tanıma rejimiyle gerçekleştiğini göstermektedir. CHP’nin bu düzeyde temsil kapasitesi kazanabilmesi, Türkiye siyasetinde merkez olmanın artık Kürt kimliğini dışsallaştırmadan mümkün olamayacağı gerçeğini normatif bir veri haline getirmiştir.

CHP’nin her iki kentsel alanda da siyasal meşruiyet ve seçmen rızası üretmeyi başarabilmiş olması, partinin kimlik temelli ayrışmaları mutlaklaştıran klasik merkez-çevre ikiliğini aşarak, “eşit yurttaşlık” temelinde kurgulanan yeni bir hegemonik merkez inşasına yöneldiğini göstermektedir. Bu bağlamda, İzmir-Adıyaman simetrisi, siyasal temsilin yalnızca etnik ya da sınıfsal eksende değil, mekânsal epistemolojiler bağlamında da yeniden kurulabileceğini ortaya koyan paradigmatik bir örnek olarak değerlendirilebilir.

Öte yandan, İstanbul’da CHP adayının seçmenin yaklaşık yarısının desteğini alabilmiş olması, kent mekânının sosyolojik çoğulluğunu siyasal düzeyde bütünleyebilen bir temsil biçiminin inşasını ifade etmektedir. İstanbul, mekânsal olarak yalnızca Türkiye’nin değil, küresel ölçekteki metropoliten siyasetin de sınıfsal, kültürel ve etno-dinsel olarak en fragmante kentlerinden biridir. Fatih ile Kadıköy, Sancaktepe ile Beşiktaş gibi habitus’ların aynı siyasal özne etrafinda rıza üretmiş olması, yalnızca partisel başarı değil; sınıflarüstü kapsayıcılığı mümkün kılan agonistik bir temsil rejiminin tahkim edildiğini göstermektedir.

İstanbul, CHP açısından yalnızca bir seçim sahası değil; Laclaucu anlamda farklı talepleri “eşit yurttaşlık” çatısı altında zincirleyebilen bir söylemsel bütünlük inşa edilen hegemonik bir laboratuvardır. CHP, bu çoğulculuğu dışlamadan yöneten ve temsiliyetin mekânsal, etnik ve sınıfsal sınırlarını aşabilen bir “toplumsal merkez” tahayyülünü ilk kez kurumsal olarak İstanbul üzerinden ete kemiğe büründürmüştür.

Bu bağlamlarda CHP, klasik Weberyen anlamda “tek tip yurttaş” idealinden, daha karmaşık ve

postmodern bir çoğulluk zeminine geçiş yaparken; Gramsciyen bir hegemonya anlayışıyla da yalnızca temsil ettiği grupları değil, karşıtlık içindeki kimlikleri birlikte taşıma kapasitesi ile hegemonik bir “toplumsal merkez” önerisi sunmaktadır. İzmir, Adıyaman ve Diyarbakır örneklemi, bu dönüşümün yalnızca aritmetik değil; kültürel, tarihsel ve ontolojik boyutlarıyla da incelenmesi gereken bir paradigmatik kaymaya işaret eder.

Öte yandan, Cumhuriyet Halk Partisi’nin merkez parti konumuna yükselişi, yalnızca ampirik düzlemde — seçim coğrafyası, oy oranları ya da demografik yayılım gibi niceliksel göstergeler üzerinden— gözlemlenebilir bir fenomen olmakla sınırlı kalmamakta; aynı zamanda partinin kurumsal ontolojisinde yaşanan yapısal dönüşüm ile bu dönüşüme paralel biçimde geliştirilen söylemsel formasyonun niteliğinde de ifadesini bulmaktadır.

Bu bağlamda CHP’nin merkezileşme süreci, hem kurumsal mimarisinin giderek daha geçirgen, çoğulcu ve temsil adaletine duyarlı bir yapıya evrilmesi hem de partinin siyasal özneyi tanımlama biçiminde yaşanan semantik kaymalar vasıtasıyla izlenebilir. Söz konusu dönüşüm, klasik anlamda merkez partilerin sahip olduğu “toplumsal farklılıkları hegemonik bir ortak paydada eritebilme” kapasitesinin, CHP özelinde, hem örgütsel düzlemde yeniden inşa edilmesi hem de söylemsel düzeyde yeni bir yurttaşlık tahayyülü üzerinden meşrulaştırılması ile karakterize edilmektedir.

Siyasal partilerin evrimi, yalnızca seçmen davranışları ya da politik programlar üzerinden değil; aynı zamanda o partilerin tarihsel olarak inşa ettikleri söylem evreni ve bu söylemlerin kurumsal yapı aracılığıyla nasıl somutlaştığı üzerinden okunmalıdır. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Türkiye siyaseti içinde özgün bir laboratuvar işlevi görmektedir. Hem kurucu parti kimliğiyle hem de modernleşme projesinin tarihsel taşıyıcısı olmasıyla CHP, yalnızca bir siyasal aktör değil; aynı zamanda bir ideolojik evren, bir kurumsal hafiza ve bir devlet-toplum tahayyülüdür.

Ancak bu tarihsel yük, CHP’nin zaman içinde temsil kapasitesini sınırlayan bir etki de doğurmuştur. Özellikle 1980 sonrası dönemde hem söylemsel repertuarı hem de kurumsal yapılanması, değişen toplumsal dinamiklere karşı direnç üretmiş; bu da partiyi hem kimliksel hem de mekânsal anlamda daraltmıştır. Ne var ki, son on yılda yaşanan siyasal, toplumsal ve epistemolojik dönüşümler, CHP’yi yalnızca stratejik değil; aynı zamanda varoluşsal düzlemde söylemsel ve kurumsal bir yeniden yapılanmaya zorlamış, bu dönüşüm partiyi Türkiye’nin çoğulcu demokratik geleceğinde yeniden kurucu bir pozisyona yerleştirme potansiyeli taşımıştır.

Bu bölümde, CHP’nin modernleşmeci-tektipleştirici bir siyasi formasyondan, çok kimlikli, çok ölçekli ve çoğulcu-demokratik bir siyasal özneye doğru geçirdiği dönüşüm, hem söylem teorisi hem kurumsalcı siyaset kuramı ekseninde detaylı biçimde incelenecektir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin söylemsel zemini, esasen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında biçimlenen seküler, Batıcı ve pozitivist bir modernlik nosyonuna dayanmaktadır. Bu modernlik, yalnızca bir kalkınma hedefi değil; aynı zamanda kültürel bir homojenlik projesidir. CHP’nin bu dönemdeki söylemi, yurttaşlığı bir kimlikler-ötesi kategoriye indirgerken, farklılıkları “geri kalmışlık”, “aşiretçilik”, “irtica” ya da “bölücülük” olarak kategorize etmiş ve kamusal alanın normatif sınırlarını bu terimlerle çizmiştir.

Bu yaklaşım, Ernesto Laclau’nun kavramsallaştırdığı “boş gösteren” (empty signifier) kavramına paralel biçimde “laiklik”, “çağdaşlık”, “muasır medeniyet” gibi kavramlar etrafinda hegemonik bir söylem evreni üretmiş; ancak bu söylem, heterojen toplumsal kesimler nezdinde ortak bir rıza zemini yaratmakta giderek başarısız olmuştur. Özellikle 1980 sonrası dönemde yükselen etno-kültürel kimlik talepleri, neoliberal dönüşümün yarattığı sınıfsal kırılmalar ve dindar muhafazakâr kesimlerin siyasallaşması, bu homojenleştirici modernlik anlatısını temsilsiz bırakmıştır.

1980 darbesi sonrası inşa edilen otoriter neoliberal rejim, merkez partilerin söylemsel repertuarını da aşındırmıştır. CHP, bu yeni dönemde söylemini muhafaza etmek adına daha da sertleştirerek “laiklik elden gidiyor”, “irtica tehdidi”, “Cumhuriyet değerleri tehlikede” gibi defansif söylemlere yönelmiştir. Bu söylemsel kapanma, partiyi yalnızca ideolojik olarak değil, kültürel ve duygusal düzeyde de toplumsal farklılıkların dışında konumlandırmıştır.

CHP, bu dönemde deliberatif bir siyasal iletişim yerine, normatif-elitist bir üst anlatı dili geliştirmiş ve bu da farklı toplumsal aktörlerle etkileşim kapasitesini sınırlamıştır. Söylem ile toplumsal rezonans arasındaki bu kopuş, partinin temsil kriziyle doğrudan ilişkilidir.

Ne var ki, 2010’lu yılların ikinci yarısından itibaren CHP, tarihsel olarak içine sıkıştığı söylem formasyonunu aşmak yönünde hem stratejik hem de varoluşsal bir yeniden konumlanma sürecine girmiştir. Bu dönüşüm, yalnızca söylem repertuarının teknik olarak genişlemesi değil; siyasal temsilin semantik altyapısının —bir başka ifadeyle, siyasetin anlam haritasının— köklü biçimde yeniden inşası anlamına gelmektedir. CHP’nin söylemsel düzlemde geliştirdiği bu yeni yapı, “Adalet”, “Eşitlik”, “Temsil”, “Yurttaşlık”, “Barış”, “Özgürlük”, “Hak” ve “Onur” gibi yüksek soyutlama düzeyine sahip, ancak aynı zamanda farklı toplumsal aktörler tarafından farklı tarihsel bağlamlarda farklı anlamlandırma biçimlerine tabi tutulan kavramlar etrafında örülmüştür.

Bu kavramsal kümeler, Laclau’nun deyimiyle birer “boş gösteren” olmaktan çıkarılarak, partinin hegemonik projesine eklemlenebilecek “eşdeğerlilik zincirleri”nin taşıyıcıları hâline getirilmiştir. Böylelikle CHP, çok farklı ve hatta çoğu zaman antagonistik talepler arasında yatay ilişkiler kurarak, onları ortak bir siyasal özne (yani “yurttaş”) etrafında yeniden birleştirebilme kapasitesini kazanmıştır. Bu yalnızca bir retorik strateji değil; kimliklerin sabit, özsel ve kapalı olmaktan çıkartılarak ilişkisel, geçirgen ve diyalojik biçimde yeniden tanımlanması sürecidir. Dolayısıyla, CHP’nin yeni söylemi, agonistik bir çoğulculuk biçimi inşa etmeye yönelmiştir: farklılıkların bastırılmadan, siyasal düzlemde karşılaşmaya, pazarlığa ve geçici uzlaşmalara açık tutulduğu bir söylemsel formasyondur bu.

Bu semantik yeniden yapılanma süreci, özellikle CHP’nin tarihsel olarak ya dışladığı ya da temsil etme kapasitesi geliştiremediği geniş kimlik gruplarıyla kurduğu ilişkinin niteliğinde gözle görülür bir dönüşüm yaratmıştır. Dindar muhafazakârlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, LGBT+ bireyler gibi uzun süre CHP tarafindan ya görmezden gelinen ya da “potansiyel tehdit” olarak konumlandırılan toplumsal kesimler, bu yeni söylemsel yapı içerisinde artık müzakere edilebilir ve tanınabilir siyasal özneler olarak konumlandırılmıştır. Bu bağlamda parti, yalnızca “kültürel tanınma” düzeyinde değil; aynı zamanda “temsili eşitlik” ve “katılım hakkı” gibi demokratik normlara içkin bir tanıma rejimi geliştirmiştir.

Bu gelişim, Nancy Fraser’ın (2000) “iktidarın üç boyutu”na ilişkin önerdiği tanınma, temsil ve dağıtım kategorileri üzerinden okunabilir: CHP, yalnızca maddi eşitsizlikleri gidermeye dönük sosyal demokrat politikalar üretmekle kalmamış; aynı zamanda temsilde adalet ve kültürel tanınmayı kurumsal ve söylemsel olarak entegre eden bir adalet tahayyülünü inşa etmiştir. Bu adalet tahayyülü, yurttaşlığı yalnızca formel ve hukuki bir statü olmaktan çıkarıp; tanınma, katılım ve karşılıklılık ilkeleri etrafında şekillenen ilişkisel bir siyasal aidiyet rejimi hâline getirmiştir. Bu rejim, Iris Marion Young’ın (1990) tarif ettiği biçimiyle, yalnızca bireylerin değil; grupların tarihsel farklılıklarının tanındığı, bastırılmadığı, ama kamusal alanla uyumlu hâle getirilerek birlikte yaşama kapasitesinin kolektif biçimde üretildiği bir “farklılık içeren eşitlik” modelidir.

Bu dönüşümün seçmen davranışları düzleminde de karşılık bulduğu görülmektedir. Özellikle son yerel ve genel seçimlerde CHP, daha önce seçmen nezdinde “temsilsizliğin partisi” olarak görüldüğü pek çok toplumsal gruptan anlamlı ölçüde oy alabilmiştir. Kürt seçmenin yoğun olduğu illerde alınan yüksek oranlar, başörtülü kadınların partili kimlik kazanması, gençler ve LGBT+ bireylerin partiyi bir “umut taşıyıcısı” olarak yeniden tanımlaması, bu yeni söylemin yalnızca semantik düzeyde değil, pratik düzeyde de toplumsal rezonans ürettiğini göstermektedir.

Bu söylemsel yeniden yapılanmanın nihai çıktısı ise CHP’nin merkez siyaset pozisyonunu yeniden tarif edebilme ve bu pozisyonu söylemsel hegemonya düzeyinde yeniden tahkim edebilme kapasitesidir. Parti, artık yalnızca coğrafi anlamda bir “Türkiye partisi” değil; aynı zamanda kültürel, sınıfsal, mezhepsel ve cinsiyet temelli farklılıkları kapsayabilen bir “normatif merkez” hâline gelmektedir. Bu normatif merkez, klasik “ortayolculuk” anlayışının ötesine geçerek, çoğulculuk, eşitlik ve tanınma üzerinden şekillenen yeni bir demokratik sözleşmenin kurucu çekirdeği olma potansiyelini taşımaktadır.

Bu bağlamda CHP’nin güncel siyasal söylemi, yalnızca iktidar alternatifi olarak değil; aynı zamanda Türkiye’nin kurumsal demokratikleşmesini yeniden düşünme imkânı sunan bir tahayyül zemini olarak da değerlendirilebilir. Hegemonik merkez artık yalnızca “en çok oy alan” değil; “en çok temsil eden”, “en çok konuşulan dilin sahibi” ve “en geniş rızayı kurabilen” özne üzerinden tanımlanmaktadır. CHP, bu ölçütlerle merkeze yerleşmiş görünmektedir.

Siyasal partilerin söylemsel dönüşümleri, ancak bu söylemlerin kurumsal mimariyle rezonansa girmesi ve örgütsel pratiklere nüfuz etmesi hâlinde sürdürülebilir hegemonik yapılara dönüşebilir. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 2010’lu yılların ortasından itibaren geçirdiği kurumsal dönüşüm, yalnızca organizasyonel bir yeniden yapılandırma olarak değil; aynı zamanda siyasal temsil rejiminin normatif çerçevesinde gerçekleşen derin bir kırılma olarak değerlendirilmelidir.

CHP’nin geleneksel olarak bürokratik-rasyonalist bir yapı arz eden örgüt modeli —ki bu model Max Weber’in kavramsallaştırdığı anlamda “karizmatik liderliğin rasyonel bürokrasiye entegre edildiği” modern siyasal partilerin prototipidir— uzun yıllar boyunca dikey hiyerarşi, merkeziyetçilik ve temsilin sınırlı sosyolojik varyasyonlar üzerinden dağıtıldığı bir yapı sergilemiştir. Bu model, özellikle laik-şehirli- erkek-orta sınıf kimliğin normatif yurttaşlık modeli olarak içselleştirildiği bir kurumsal epistemoloji üretmiştir. Dolayısıyla, bu kurumsal formasyon içerisinde kadınların, gençlerin, Kürtlerin, dindarların ve LGBT+ bireylerin örgütsel temsili ya tamamen dışsal konumlarda tutulmuş ya da sembolik düzeyde varlık göstermiştir.

Ancak 2010’ların ortalarından itibaren CHP’de gözlemlenen kurumsal yeniden yapılanma, bu Weberyen parti formunu kırarak daha esnek, çoğulcu ve çok merkezli bir yapının inşasına yöneldiğini ortaya koymaktadır. Parti Meclisi (PM), Merkez Yürütme Kurulu (MYK), il-ilçe yönetimleri ve milletvekili aday listeleri düzeyinde gözlemlenen kompozisyonel değişim, yalnızca “temsiliyet”in nicel genişlemesini değil; aynı zamanda “temsil edilen özne”nin siyasal niteliğinde yaşanan dönüşümü de imler. Artık partinin kurumsal gövdesinde yalnızca seküler-üniversiteli-erkek yurttaş figürü değil; aynı zamanda Kürt kadınlar, Alevi gençler, başörtülü akademisyenler, LGBT+ aktivistler ve çevresel hareketlerden gelen figürler de karar alma süreçlerine aktif biçimde dahil edilmektedir.

Bu değişim, Iris Marion Young’ın (1990) “grup farklılıklarına duyarlı temsil” anlayışıyla açıklanabilir. Young’a göre temsil adaleti, yalnızca eşit haklara sahip homojen bireylerin değil; tarihsel olarak bastırılmış, marjinalleştirilmiş ya da dışlanmış toplumsal grupların siyasal özneleşme süreçlerine kurumsal olarak dâhil edilmesiyle mümkündür. CHP’nin son dönemdeki kurumsal dönüşümü, tam da bu türden bir “tanınma adaleti”nin yapısal temellerini oluşturmaktadır.

Özellikle Parti Meclisi ve milletvekili aday listelerinde uygulanan pozitif ayrımcılık ilkeleri, kota sistemleri ve “temsil adaleti komisyonları” gibi kurumsal mekanizmalar, CHP’nin çoğulculuğu yalnızca söylemsel düzlemde değil; yapısal düzeyde de taşıma iradesine sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Burada önemli olan nokta, bu yeni kurumsal formasyonun, yalnızca “temsili içerme” (inclusion) değil; aynı zamanda “karar alma yetkisine katılma” (participatory authority) üzerinden biçimleniyor oluşudur. Judith Butler’ın temsil kuramı çerçevesinde ifade ettiği gibi, tanınma (recognition) ancak katılımla (participation) siyasal özneleşmeye dönüşebilir. CHP’nin yeni kurumsal yapısı, bu siyasal özneleşmeyi mümkün kılan bir katılım rejimi oluşturmaya yönelmiştir.

Kurumsal dönüşüm aynı zamanda CHP’nin hegemonik bir toplumsal blok inşa etme kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Gramsciyen anlamda hegemonya, yalnızca söylemsel bir yönlendirme değil; aynı zamanda farklı toplumsal kesimlerin kendi taleplerini kurumsal olarak ifade edebilecekleri bir alanın inşasıdır. CHP’nin yeni örgüt yapısı, bu hegemonik alanı yalnızca “temsilî demokrasi” bağlamında değil, aynı zamanda “katılımcı demokrasi” zemininde de güçlendirme potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda CHP, klasik bir kitle partisi olmaktan çıkmakta; farklılıkların yönetsel düzeyde kurumsal karşılık bulabildiği, yatay temsile dayalı bir “demokratik blok partisi” formuna evrilmektedir.

Otto Kirchheimer’ın 1960’larda ortaya koyduğu “catch-all party” (herkese hitap eden parti) kavramsallaştırması, sınıf temelli ideolojik kutupların çözülmeye başladığı dönemde, yeni bir siyasal merkez tahayyülünün kuramsal zeminini inşa etmişti. Bu model, yalnızca seçmen kitlesini büyütmeyi değil; farklı toplumsal talepleri ortak bir yurttaşlık zemininde buluşturmayı, bir tür demokratik rıza üretimiyle siyasal bütünleşmeyi hedefliyordu. Türkiye siyasetinde bu model, uzun yıllar merkez sağ partiler eliyle taşınmış; ancak 1990’ların kimliksel kutuplaşma dinamikleri ve 2000’ler sonrası AKP’nin giderek otoriterleşen popülist yapısı, bu merkez tahayyülünü ideolojik ve kurumsal olarak çözümsüz bırakmıştı.

İşte tam bu tarihsel boşlukta, CHP’nin geçirdiği dönüşüm, klasik merkez parti formunun Türkiye bağlamında yeniden icadı anlamına gelmektedir. CHP, artık yalnızca geniş tabanlı bir kitle partisi değil; farklı sınıflar, etnisiteler, inanç grupları ve yaşam tarzları arasında siyasal bir zincirleme kurabilen, çoğulculuğu dışlamadan yöneten, farklılıklar arasında agonistik uzlaşılar inşa edebilen hegemonik bir merkez partisi haline gelmektedir.

Bu dönüşüm yalnızca aritmetik bir seçmen genişlemesiyle değil, aynı zamanda kurumsal yapıların geçirgenleşmesi, söylemsel formasyonun çoğulculaşması ve siyasal öznenin semantik olarak yeniden tanımlanmasıyla mümkün olmuştur. CHP, modern Türk siyasal tarihinde ilk kez, “merkez”i yalnızca coğrafi ya da ideolojik değil, normatif ve temsilî bir zemin olarak yeniden tarif etmeye aday bir aktör olarak öne çıkmaktadır.

Bugün artık “merkez”, belli başlı demografik blokların aritmetik toplamı değil; tanınma, temsil ve katılım ilkeleri çerçevesinde inşa edilen bir normatif uzamdır. CHP’nin söyleminde giderek merkezîleşen “eşit yurttaşlık”, “temsili adalet”, “onur” ve “katılımcı siyaset” gibi kavramlar, partinin bu yeni uzamı hegemonik olarak işgal etmeye başladığını göstermektedir.

Diyarbakır’dan İzmir’e, Adıyaman’dan İstanbul’a uzanan bir siyasal rezonans hattı oluşturan bu dönüşüm, CHP’nin yalnızca muhalefet işleviyle değil, yeni bir siyasal kuruculuk rolüyle tanımlanmasına olanak sunmaktadır. egemonik merkez artık yalnızca “en çok oy alan” değil; “en çok temsil eden”, “en kapsayıcı tahayyülü kuran” ve “en geniş rızayı üretebilen” siyasal formdur. Ve bu ölçütlerle bakıldığında, CHP’nin Türkiye siyasetindeki yeni konumu artık açık biçimde bir merkez parti değil, yeni merkezin ta kendisi olarak belirginleşmektedir.

Yazar: Emir Berke Yaşar / Bağımsız Araştırmacı

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)