4 Kasım 2016’da Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasıyla başlayan ve 30 Ekim 2024’te Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in içeri alınmasıyla Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) de sirayet eden muhalefeti tasfiye dalgaları, Türkiye siyasal hayatında münhasıran bireylere veya spesifik suç isnatlarına yönelik adli süreçler olarak değerlendirilmemelidir. Bu süreç, esasen, rejimin otoriter konsolidasyon stratejisinin önünde yer alan kurumsal ve toplumsal direnç odaklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan, geniş ölçekli bir siyasal mühendislik pratiğinin —başka bir ifadeyle “mıntıka temizliği” operasyonlarının— bir tezahürü niteliğindedir.
2017 Anayasa Referandumu sürecine giderken, iktidara 12 yıllık döneminde ilk parlamento çoğunluğu kaybını yaşatmış (7 Haziran 2015 seçimleri) olan Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasıyla rejim, referandumun lehine sonuçlanmasını güvence altına almayı başarmış; 30 Ekim 2024’te Ahmet Özer’in tutuklanmasıyla başlayan ikinci dalga ise, 2028 seçimlerinde iktidar değişimini gerçekleştirme potansiyeli yüksek görülen CHP’yi hedef alarak, kamuoyu araştırmalarında seçim zaferine kesin gözüyle bakılan Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla zirveye ulaşmış ve muhalefetin seçim kazanma ihtimalini minimize etmeye yönelik açık bir siyasal müdahale işlevi görmüştür.
HDP’ye yönelik olarak başlatılan tasfiye harekâtı, Türkiye’deki toplumsal direnç kapasitesine ciddi bir darbe indirmiş olmakla birlikte, bu direncin kurumsal dinamosunun ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından temsil edilmesi, rejimin siyasal değişim olasılığını ortadan kaldırmamıştır. Aksine, 2016’da HDP’ye karşı yürürlüğe konulan tasfiye girişimlerinin ardından, ana muhalefet konumundaki CHP’nin 2019 yerel seçimlerinde büyükşehirlerin kahir ekseriyetinde elde ettiği başarı ve 2024 yerel seçimlerinde ülke genelinde birinci parti olarak zafer kazanması, rejim değişimi potansiyelinin yalnızca teorik bir ihtimal olmaktan çıkıp, aktüelleşmesinin —yani siyasal gerçeklik haline gelmesinin— oldukça yakın olduğuna işaret etmiştir.
İşte, Selahattin Demirtaş’ın tutuklanması ile Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının farklılığı burada berraklaşıyor: Selahattin Demirtaş, rejime seçim kaybettirmiş güçlü bir aktor olmasının yanı sıra ulaşabildiği maksimum oy oranının %13 olması sebebiyle tek başına bir rejim değişikliği aktörü değil; rejim değişikliğine ana muhalefeti yakınlaştıracak bir aktördür. Ancak Ekrem İmamoğlu ve CHP ise oy oranı neticesiyle rejimi değiştirme potansiyeli bir hayli kuvvetli aktörlerdir; bu nedenle CHP’ye karşı girişilen tasfiye operasyonları sadece bir partiyi hedef almıyor; Türkiye’yi değişimi mümkün olmayan bir rejimin kıyısına sürükleyerek tüm siyasi partileri ve muhalif direnci tasfiye hamlesini temsil ediyor, Türk demokrasisini tasfiye ederek siyaset kurumunun olmadığı bir hegomonik otoriter rejime geçirmek istiyor
Peki, CHP’nin tasfiyesiyle Türkiye Demokrasinin tasfiyesi mümkün mü?
Her şeyden önce, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), demokrasiyi yaratan kurucu bir neden değil; toplumsal düzeyde filizlenen demokrasi talebinin kurumsal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. CHP’nin tarihsel öncülü olan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, Jakoben bir dayatma neticesinde değil, geniş bir toplumsal desteğin örgütlü formu olarak doğmuş; söz konusu toplumsal meşruiyet zemini, Cumhuriyetçilik ve Laiklik gibi temel değerlerle taçlanarak, Türkiye siyasal hayatının 102 yıllık köklü aktörü olan CHP’yi var etmiştir.
19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğuna gelen ilk tepkinin,İ organik bir şekilde tabandan gelmesi -Ekrem İmamoğlu’nun gözaltısının ilk saatlerinde CHP’den bağımsız bir şekilde İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin ve bir kısım vatandaşların sokağa çıkması-ardından CHP’nin düzenlediği Saraçhane eylemleri ve Türkiye’nin diğer illerindeki mitinglere yoğunluklu katılım CHP’nin arkasında kuvvetli bir toplumsal direnç olduğu ve bu toplumsal direnç ile CHP’nin tasfiyesinin ”Maliyetli” hale gelmesi, Genel merkez önünde nöbet ihtimali ile CHP’ye mutlak butlan gibi fiili hamlelerin engellenme ihtimali, CHP’yi güçlendirmiş; netice itibarDolayısıyla, Türkiye’de örgütlü ve kendiliğinden gelişen bu tür bir toplumsal direnç sürdüğü müddetçe, CHP’nin tam anlamıyla tasfiye edilmesi ihtimali son derece düşüktür. Zira CHP, yalnızca yasal ve kurumsal varlığıyla değil; onu besleyen sosyolojik taban, tarihsel hafıza, yerleşik değerler sistemi ve çok katmanlı demokratik taleplerle ayakta durmaktadır. Parti, modernleşme ideolojisinin, demokratikleşme beklentisinin ve cumhuriyetçi değerlerin en görünür siyasal taşıyıcısı olarak, seçmeninin gözünde salt bir “parti” değil, aynı zamanda bir rejim alternatifinin kurumsal ifadesidir. Bu durum, CHP’ye yönelik her tasfiye girişimini yalnızca iç siyasette değil, uluslararası arenada da yüksek maliyetli, meşruiyeti zayıf ve diplomatik baskıya açık bir hamle haline getirmektedir.
Ayrıca, toplumsal direnç unsurlarının —öğrenci hareketleri, meslek örgütleri, sendikalar, yerel yönetim ağları, sivil toplum platformları, bağımsız medya kanalları— kendi otonom yapıları sayesinde partiye yönelik baskı koşullarında bile mobilize olabilmesi, rejimin tasfiye stratejisini yapısal olarak kırılgan kılmaktadır. Bu çok merkezli direnç, Gramsci’nin “karşı-hegemonya” tanımıyla uyumlu biçimde, iktidarın rıza üretme kapasitesini sınırlamakta; Dahl’ın “poliarki” modelinde tarif ettiği gibi, demokratik rekabet alanını tamamen kapatma girişimlerini boşa düşürmektedir.
Bunun yanında, CHP’nin yerel yönetimler aracılığıyla kurduğu hizmet ağları, belediye başkanlarının yerelde yarattığı sosyal yardım mekanizmaları ve kentli seçmen üzerindeki kültürel-siyasi etkisi, partiyi yalnızca seçim dönemlerinde değil, gündelik yaşamın dokusunda da var kılmaktadır. Bu “sosyal sermaye” birikimi, partinin tasfiye edilmesi durumunda bile hızla başka kurumsal yapılara taşınabilecek nitelikte olduğundan, otoriter mühendislik açısından “geri döndürülemez” bir tasfiye imkânsızlaşmaktadır.
Ayrıca, Türkiye’deki siyasal kimliklerin uzun vadeli sadakat düzeyi de dikkate alındığında, CHP seçmeninin büyük ölçüde ideolojik motivasyonla hareket ettiği görülmektedir. Bu sadakat, parti kapatılma veya liderlik kadrosu tasfiye edilse bile, aynı değerler etrafında yeniden örgütlenme kapasitesini koruyacak bir toplumsal çekirdek yaratmaktadır. Bu bağlamda, CHP’yi ortadan kaldırmaya yönelik her girişim, kısa vadede iktidara taktiksel üstünlük sağlasa da, orta ve uzun vadede daha sert ve ideolojik bir muhalefet hattı üretme potansiyeli taşımaktadır.
Kısacası, CHP’nin tasfiyesi, yalnızca mevcut muhalefet odağını değil, Türkiye’nin modern siyasal gelişim sürecini ve demokratikleşme talebini hedef alan bir girişim olur; ancak bu talebin sosyolojik ve kültürel kökleri, rejimin bu yöndeki hamlelerini hem maliyetli hem de sürdürülemez kılmaktadır.iyle CHP, halkın toplumsal direnç desteği ile ayakta kalmıştır.
Tüm bu bağlamlar dikkate alındığında, rejimin CHP’yi “değişim potansiyeli taşımayan, zararsız” bir siyasal organizasyona indirgemesi yapısal olarak pek mümkün görünmemektedir. Zira CHP, Türkiye’deki toplumsal değişim potansiyelinin kurucu nedeni değil, tarihsel ve sosyolojik süreçler sonucunda ortaya çıkmış kurumsal bir tezahürüdür. Onu güçlü kılan, bu değişim talebinin örgütlü bir siyasal kimlik içerisinde kanalize edilmesi ve temsil kapasitesidir. Dolayısıyla, toplumsal direnç sürdüğü müddetçe, bu talep kendisine bir kurumsal ifade biçimi bulacak; bu ifade biçimi de, mevcut formu veya dönüşmüş haliyle, CHP’nin siyasal varlığını devam ettirmesini mümkün kılacaktır.
Sonuç itibariyle, CHP’ye yönelik tasfiye girişimleri, basitçe bir partiye karşı açılmış siyasal veya hukuki bir kampanya değildir; bu, Türkiye’de demokratik rekabetin asgari koşullarını ortadan kaldırmaya, siyasal alanı tek merkezli ve kontrol edilebilir bir yapıya dönüştürmeye dönük kapsamlı bir mühendislik projesidir. Ancak Türkiye’nin siyasal-toplumsal dokusu, bu tür bir projenin mutlak başarıya ulaşmasını yapısal olarak imkânsız kılan direnç odaklarıyla örülüdür. CHP’nin temsil ettiği değerler sistemi, tarihsel hafızası ve toplumsal tabanı; rejimin en yoğun baskı dönemlerinde bile yeniden örgütlenme kapasitesi göstermiştir.
Bu nedenle, CHP’nin tasfiyesi yalnızca kısa vadeli bir iktidar manevrası olarak kalır; orta ve uzun vadede ise, mevcut iktidarın karşısına daha sert, daha ideolojik ve daha kararlı bir muhalefet hattının çıkmasına yol açar. Tarihsel deneyim, bu tür baskı süreçlerinin toplumsal-siyasal enerjiyi yok etmekten çok, onu farklı formlar altında yeniden şekillendirdiğini göstermektedir.
Dolayısıyla, rejimin CHP’yi “zararsız” bir figüran partisine indirgeme stratejisi, tıpkı geçmişte farklı toplumsal-siyasal odaklara karşı girişilmiş benzer projelerde olduğu gibi, eninde sonunda kendi sınırlarına çarpacaktır. Çünkü CHP’nin varlığı, yalnızca bir partinin kurumsal ömrüne değil; bu ülkenin modernleşme, demokratikleşme ve özgürlük talebinin derin köklerine yaslanmaktadır. Bu kökler, siyasal mühendisliğin ötesinde, tarihsel zorunlulukların ve toplumsal iradenin garantisidir.
Yazar: Emir Berke Yaşar / Bağımsız Araştırmacı