Bu Ülkenin Zencilerinden Bu Ülkenin Efendilerine: Mağduriyetten Otoriterliğe

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Bu Ülkenin Zencilerinden Bu Ülkenin Efendilerine: Mağduriyetten Otoriterliğe

Bir dönemin ruhu bazen tek bir cümlede özetlenir.
Türkiye’de 1990’ların sonunda kurulan yeni siyasal dilin özeti, belki de şu cümlede gizliydi:

“Biz bu ülkenin zencileriyiz.”

R. T. Erdoğan

Bu söz, o yıllarda devletin kapılarının dışında kalmış, kimliğiyle, inancıyla, kıyafetiyle “öteki” sayılan milyonların kalbine dokundu. Siyasal İslam’ın temsilcileri kendilerini Cumhuriyet’in merkezinden değil, onun dış halkalarından tanımladılar. Sistemin elitleri tarafından dışlanmış hisseden geniş bir muhafazakâr kesim için bu cümle, sadece bir politik çıkış değil, bir aidiyet çağrısıydı. O çağrı, bir halkın ilk kez kendi sesiyle konuşmaya başlamasının sembolü hâline geldi.

O dönem “zenci” olmak, yalnızca yoksullukla değil, kamusal tanınma yoksunluğuyla da ilgilidir. Siyasal İslam, kendisini bu yoksunluğun telafisi olarak sundu. “Biz de varız” diyen bir halkın siyasal kimliğe dönüşmesiydi bu. Yani iktidarın vaat ettiği şey, sadece ekonomik refah değil, saygı görmekti.

Fakat tarih çoğu zaman ironiktir. Bir zamanlar kapıdan içeri giremeyenler, içeri girdikten sonra o kapıyı arkalarından kilitleyebilirler. AKP’nin hikâyesi, tam da bu ironinin hikâyesidir:
mağduriyetin diliyle iktidara gelen bir siyasal hareketin, zamanla otoritenin sesi hâline gelişinin öyküsüdür bu.

Bugün, “zenci” olmak artık iktidarın dışındaki milyonların paylaştığı yeni bir kimliktir. Sistem değişmiş, roller yer değiştirmiştir: Bir zamanlar “biz bu ülkenin zencileriyiz” diyenler, artık o ülkenin efendileri gibi davranmaktadır. Ve bu dönüşüm, Türkiye’nin son yirmi yılındaki toplumsal, siyasal ve ahlaki çözülmeyi anlamak için en uygun başlangıç noktasıdır.

Mağduriyetin Siyasallaşması

Bu söz, kısa sürede bir aidiyet çağrısından siyasal bir kimlik inşasına dönüştü. 2000’lerin başında Türkiye, yorgun bir toplumdu. Ekonomik krizlerin, askeri vesayetin ve toplumsal kutuplaşmanın yorduğu geniş halk kesimleri, artık yeni bir ses arıyordu. O ses, dinî kimliğini ve toplumsal kökenini açıkça sahiplenen bir siyasetten geldi. Siyasal İslam, sadece dindarların değil, dışlananların siyaseti olarak yükseldi. Erdoğan ve arkadaşlarının “zencilik” metaforu, Türkiye’de sınıfsal ve kültürel dışlanmanın sembolü hâline geldi. Laik elitlerin uzun yıllar “geri kalmış” ya da “çağdışı” gördüğü muhafazakâr kesimler, o söylemle birlikte siyasal sahnenin merkezine yürüdü. Bu yürüyüş, ilk yıllarında bir toplumsal adalet umudu olarak görüldü. Yoksulların devletiyle, yoksulların diliyle konuşan bir iktidar imajı yaratılmıştı.

Ancak burada önemli bir kırılma vardı: AKP, halkı siyasetin öznesi yapmak yerine, onu iktidarın meşruiyet kaynağına dönüştürdü. Yani halk, kendi adına konuşmaya başlamadı; bir liderin halk adına konuşmasını alkışladı.

O yüzden bu dönemin mağduriyeti, katılım üretmedi; itaat üretti. Siyasal İslam, mağduriyetin ahlakını değil, siyasetini kurdu. Her eleştiri “eski düzenin sesi”, her itiraz “milletin iradesine ihanet” olarak kodlandı. Toplum, hak arayışını birliğe, birliği de suskunluğa dönüştüren bir siyasetin içine hapsoldu. Ve böylece mağduriyet, bir kimliğin değil bir iktidar tarzının adı hâline geldi. Bu süreç, otoriterleşmenin ilk izlerini taşıyordu.

Mağduriyetin İktidara Dönüşümü ve Otoriterleşmenin Başlangıcı

Her iktidar, ilk günlerinde kendi mağduriyetinin gölgesinde yürür. Ama o gölge uzadıkça, gerçeğin yerini almaya başlar. AKP’nin hikâyesi de böyledir: mağduriyet bir süre sonra, iktidarın meşruiyet zırhına dönüştü.

İktidar, kendi geçmişini bir tür ahlaki üstünlük hâline getirdi. Devletin her kurumuna yerleşirken, bu yerleşmeyi “milletin devlete kavuşması” olarak anlattı. Oysa bu, halkın devleti değil, bir grubun devleti sahiplenme süreciydi. Böylece Cumhuriyet’in kurucu aklındaki “yurttaş devleti” fikri, yerini “sadakat devleti” anlayışına bıraktı.

Devletin dilinde de büyük bir değişim yaşandı. Bir zamanlar halka “hak” sunan devlet, artık “lütuf” dağıtan bir güce dönüştü. Sosyal yardımlar bir hak olmaktan çıktı; iktidara sadakatin sembolü hâline geldi. Yani halk artık devletin ortağı değil, mümin bir tebaaydı. Bu tebaalaşma süreci, siyasetin yerini imanın aldığı yeni bir dönem başlattı.

Eskiden “biz ezilenlerdik” diyenler, artık “bizim gibi olmayanlar”ı ezmeye başladı. Otoriterliğin en güçlü zemini, işte bu tarihsel intikam duygusudur. Devletle yaşanan eski hesaplar, toplumsal vicdanla değil, güçle kapatıldı. Her eleştiri, geçmişin vesayet hayaletine bağlandı; her muhalefet, “devlete düşmanlık”la eşleştirildi. Otoriterleşme, bir darbeyle değil, gönüllü biat kültürünün içinden doğdu. İnsanlar devleti sorgulamak yerine, lidere sığındı. Çünkü mağduriyetin yarattığı minnet duygusu, artık bir bağımlılığa dönüşmüştü. Ve güç büyüdükçe, vicdan küçülmeye başladı.

Devri Sabık Anlayışı ve Yeni Dışlananlar

Bu yeni iktidar, geçmişin mağdurlarından oluştuğu için, kendi zalimliğini “adalet” kisvesiyle örtmeyi başardı. AKP, iktidara geldiğinde “devri sabık yaratmayacağız” diyordu. Ama kısa sürede o söz, yerini “devri sabık yaratmadan adalet sağlanmaz” anlayışına bıraktı. Bir zamanlar vesayet sisteminin mağduru olanlar, bu kez aynı yöntemlerle kendi vesayetlerini kurdular.

Devletin kadroları, yargıdan eğitime kadar, “bizden olanlar” ve “olmayanlar” diye ayrıldı. Kritik kurumlarda liyakat yerini sadakate bıraktı. Siyaset, hukuk ve medya arasında itaat eksenli bir piramit inşa edildi. Ve bu piramidin tepesinde, artık “milletin adamı” değil, milletin yerine karar veren bir iktidar oturuyordu. Bu süreç, yeni “zenciler” yarattı:
Düşüncesini özgürce dile getiren akademisyenler, iktidarı eleştiren gazeteciler, kamu kaynaklarından dışlanan gençler, emeğiyle var olmaya çalışan milyonlar.

Kadınlar, gençler, düşünürler hepsi bir kez daha “öteki”nin yeni yüzü oldu. Ama bu kez halkın sessizliği, biattan değil, yorgunluktan kaynaklanıyordu. Fakat halkın hafızası kolay unutmaz; merkezde kaybolan vicdan, bir süre sonra yerelden yeniden doğar.

Sosyal Belediyecilik: Halkın Devletiyle Yeniden Buluşması (2024)

Yerel yönetimlerde halkla yeniden temasın ilk tohumları 2019’da atıldı; ancak bu anlayış, 2024 seçimleriyle birlikte kurumsal bir kimliğe dönüştü. Artık mesele, belediyecilik değil, halkın devletle yeniden buluşmasıydı. Yıllar boyunca merkezi iktidarın baskı politikaları karşısında yıpranan toplum,yeniden umut ve güven duygusunu yerelden hissetmeye başladı.

2024 seçimlerinde halk, büyük kentlerde yeniden sosyal adalet ve kamuculuk anlayışını tercih etti. Bu sadece bir seçim sonucu değil, yönetişim biçiminin halk nezdinde onaylanmasıydı. Çünkü yurttaşlar, kentlerinde somut bir fark gördüler: hizmetin sadakatle değil, ihtiyaçla dağıtıldığı, belediyenin siyasi değil, insani bir kurum gibi davrandığı bir dönem başladı. İstanbul’da kent lokantaları, kreşler ve Halk Süt, Ankara’da Halk Ekmek ve su tarifelerindeki adalet politikaları, İzmir’de afet dayanışma ağları, Eskişehir’de halkçı ve istikrarlı kent modeli sosyal belediyeciliğin somut örnekleri olarak öne çıktı.

Sosyal belediyecilik, klasik hizmet anlayışının ötesine geçti. Artık mesele kaldırım yapmak, park açmak değil; insanın onurunu koruyacak bir kamusal vicdan inşa etmekti. Bu anlayış, kısa sürede Türkiye’nin birçok kentinde yeni bir siyasal kültür yarattı. Yerel yönetimler, yoksulluğu bir oy aracına değil, kamusal sorumluluğa dönüştürdüler. Dayanışma marketleri, halk sütü, kreşler, burslar  bunlar birer yardım değil, hak temelli hizmet anlayışıydı. İnsan, devletin merhametine değil, adaletine sığınıyordu. Merkezi iktidar bu değişimi durdurmak için her yolu denedi: bütçe kısıtlamaları, yargı baskısı, medya manipülasyonu… Ama bu baskılar, halkla dayanışmayı durdurmadı; tam tersine güçlendirdi.


Bazı belediye başkanları, hukuksuz biçimde tutuklanarak (kayyum) demokrasinin bedelini ödediler. Fakat bu bedel, halkın hafızasında “direnenlerin onuru” olarak yer etti. Bugün Türkiye’de vicdanın sesi, merkezden değil yerelden yükseliyor. Kamucu, halkçı ve şeffaf yönetim biçimi, artık yalnızca belediyelerin değil, ülkenin yeniden yapılanma umudunun adı hâline geldi.

Sonuç Halkın Onur ve Eşitlik Arayışı

Türkiye’nin son yirmi yılı, mağduriyetin siyasetten otoriterliğe dönüşümünün hikâyesidir.
Ama her iktidar gibi bu düzenin de kendi sonunu hazırlayan bir yanı vardır: halkın vicdanı, hiçbir zaman tamamen susturulamaz.

Bugün milyonlarca insanın ortak duygusu öfke değil, yorgunluktur. Ve bu yorgunluğun içinden doğan yeni ses, “adil, eşit, kamucu bir siyaset” talebidir.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı, artık yukarıdan değil, aşağıdan kurulan bir Cumhuriyet olmak zorundadır. Yurttaşın devlete değil, devletin yurttaşa hesap verdiği bir düzen.

Bir zamanlar “biz bu ülkenin zencileriyiz” diyenlerin sesi, bugün başka bir yerden yankılanıyor:

“Artık kimse kimsenin zencisi olmayacak.”

Bu cümle, Türkiye’nin yeni yol haritasıdır. Ve o haritanın yönü, mağduriyetin değil, vicdanın iktidarına doğrudur.

“Ferda için çalış, hak için öl, halk için yaşa.”
Tevfik Fikret

Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri Bölümü

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)