2025 yılının Temmuz ayında Türkiye’de uzun süredir beklenen bir yasa Meclis’ten geçti: İklim Kanunu. Yasa, 9 Temmuz 2025 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. İlk bakışta bu gelişme, Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir adım attığı izlenimini yaratabilir. Üstelik bu yasa, Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat süreciyle uyum sağlamak, Sınırda Karbon Düzenlemesi gibi uygulamalardan etkilenmemek ve dış ticaret ilişkilerinde rekabet gücünü korumak açısından da kritik bir adım niteliğindedir. Bu yönleriyle yasanın çıkmış olması elbette önemlidir. Ancak gerek yasa metninin içeriği, gerekse hazırlık ve onay süreci, bu adımın iklim kriziyle etkili ve bütüncül mücadele için gerekli yapısal zemini sağlayamadığını ortaya koyuyor. Bu yazıda, Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelede önemli bir fırsat yakaladığını, ancak bu fırsatın ne yazık ki yeterince değerlendirilemediğini ele almaya çalışacağım.
Kanun, aslında 20 Şubat 2025 tarihinde Meclis’e sunuldu. 26 Şubat’ta Çevre Komisyonunda görüşülerek kabul edildi. Ardından Genel Kurul gündemine alındı ve ilk dört maddesi kabul edildikten sonra geri çekildi. Bu da metnin hem teknik yetersizliklerinin hem de toplumsal ve siyasal meşruiyet sorunlarının bir göstergesiydi. Ancak yasa, herhangi bir köklü revizyon yapılmadan Temmuz ayında tekrar Genel Kurul’a getirildi ve kabul edildi. Bu süreç başlı başına, Türkiye’nin iklim politikalarında karşı karşıya kaldığı yapısal sorunları gözler önüne seriyor.
Yasanın hazırlık süreci, katılımcılık açısından ciddi kırılmalar içeriyor. Dahası, 2021’de Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde kurulan İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu’nun ve 2022 yılında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı öncülüğünde düzenlenen İklim Şûrası’nın hazırladığı kapsamlı rapor ve öneriler yasa teklifine yansıtılmadı. Bilim insanları, meslek odaları, çevre hukukçuları, yerel yönetimler ve genç iklim aktivistleri gibi sürece katkı sunmaya hazır geniş bir toplumsal kesim sürecin dışında bırakıldı. Komisyonda bazı uzmanlar dinlenmiş olsa da, bu görüşlerin büyük bölümü dikkate alınmadı. Katılım biçimsel düzeyde bırakıldı; içerik düzeyinde ise etkisizdi. Oysa bir iklim yasası, yalnızca teknik düzenlemelerle değil; bilimsel katkı, toplumsal sahiplenme ve güven temelinde inşa edilmelidir.
Üstelik iktidar, yalnızca katılımcı süreci dışlamakla kalmamış, kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğunu da yerine getirmemiştir. Bu yasa ne amaçladığı ne de kimleri nasıl etkileyeceği konusunda halka açık ve anlaşılır bir biçimde anlatılmamıştır. Ortaya çıkan boşluk ise ciddi bir bilgi kirliliğine yol açmıştır. “Marul ekecek miyim?”, “Arabamla seyahate çıkamayacak mıyım?”, “Tavuğum elimden mi alınacak?” gibi gerçek dışı sorular, iktidarın sessizliğiyle birlikte hızla yayılmış, bilimsel bilgiyle yönetilmesi gereken bir süreç komplo teorilerine ve dezenformasyona teslim edilmiştir. Oysa böylesine kapsamlı bir dönüşümde, yurttaşları yalnızca bilgilendirmek değil, aynı zamanda sürece ortak etmek gerekir. Katılım bir lütuf değil, iklim yönetiminin demokratik ve adil temeli olmalıdır. Ancak bu yasa, ne halkı bilinçlendirmeyi, ne yanlış bilgileri gidermeyi, ne de toplumu sürece dahil etmeyi hedefleyen bir yaklaşım taşımamaktadır.
Meclis’in sürece sadece şekli olarak dâhil edilmiş olması da başka bir zayıflık. İklim gibi tüm toplumu, ekonomiyi ve gelecek kuşakları ilgilendiren bir konuda yasama organının yalnızca yasa maddelerine onay vermekle sınırlı tutulması, hem demokratik denetim mekanizmalarını zayıflatmakta hem de bu süreci halk nezdinde meşruiyet tartışmasına açık hale getirmektedir. Ne bir izleme kurulu kurulmuş, ne hesap verme süreçleri tanımlanmış, ne de ilerleme raporları gibi mekanizmalar önerilmiştir. Oysa bir iklim yasası sadece hedef belirlemez; aynı zamanda bu hedefe ulaşmanın yolunu ve bu yolu kimlerin, hangi araçlarla izleyeceğini tarif eder.
Yasa teklifinde bağımsız denetim mekanizmalarının olmayışı, sistemin işleyişine olan güveni zedeliyor. Emisyon azaltımı yapılıp yapılmadığını izleyecek bağımsız bilimsel kurulların kurulması gerekirken, bu alan tamamen idari kararlara terk edilmiş durumda. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve veri paylaşımı yok. Emisyon verilerinin açıklanması, sanayi tesislerinin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği gibi sorulara yanıt verecek hiçbir düzenleme kanun kapsamında yer almıyor. İklim politikası gibi tüm sektörel politikaları etkileyen bir alanda, bu kadar denetimsiz bir yapı inşa etmek, hem ulusal hem uluslararası düzeyde ciddi kırılmalar yaratabilir.
Enerji politikalarına baktığımızda ise yasa, Türkiye’nin halen fosil yakıt bağımlılığını sorgulamayan politik çizgisini sürdürüyor. Ne kömürden çıkış hedefi var ne de yeni termik santral yatırımlarının sınırlandırılması. Tam tersine, yasa bu konuda tam bir sessizlik içinde. Bu da iklim krizinin temel nedenine dokunmadan çözüm üretmeye çalışmak anlamına geliyor. Türkiye hâlâ ithal kömürle çalışan santrallere yatırım yapan az sayıda ülkeden biri. Bu nedenle, emisyon azaltımı iddiası, enerji politikalarıyla yüzleşmeden inandırıcılığını kaybediyor. Yasada, fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması, yatırım teşviklerinin gözden geçirilmesi gibi düzenlemelerin olmaması da bu zafiyeti derinleştiriyor.
Yasa metninde, Türkiye’nin uzun vadeli iklim hedeflerinden biri olan 2053 yılı “net sıfır emisyon” hedefi açıkça yer almamaktadır. Bunun yerine yalnızca Türkiye’nin sunduğu güncel Ulusal Katkı Beyanı’na (NDC) atıf yapılmakta; ancak bu beyan, mutlak emisyon azaltımı değil, artıştan azaltım metodolojisine dayanmaktadır. Yani Türkiye, emisyonlarını mutlak olarak azaltmayı değil, artış hızını sınırlamayı taahhüt etmektedir. Bu durum, 2053 hedefinin yasa kapsamında ne bağlayıcı biçimde tarif edildiğini ne de planlamaya dönüştürüldüğünü göstermektedir. Hedefin sadece dolaylı bir atıfla anılması, onu hukuki güvenceye kavuşturmamakta; aksine, uygulanabilirliği belirsiz, hesap sorulamaz bir zeminde bırakmaktadır. Oysa bir iklim yasası, yalnızca hedef beyan etmekle değil, bu hedefe nasıl ulaşılacağını somut araçlarla ortaya koymakla anlam kazanır.
Uyum politikaları, yani iklim krizinin kaçınılmaz etkilerine karşı toplumu dirençli kılacak önlemler de yetersiz. Halk sağlığını korumaya dair hiçbir düzenleme yok. Sağlık sistemi, iklim krizine dirençli değil. Oysa aşırı sıcaklar, hava kirliliği, bulaşıcı hastalıklar, iklim kaynaklı afetler gibi gelişmeler sağlık sisteminin hem kapasitesini hem de işleyişini zorlayacak. Bu risklere karşı ne bir hazırlık planı, ne kamu sağlığı altyapısının güçlendirilmesine dair bir strateji sunulmuş. Ayrıca “tek sağlık” ilkesi de benimsenmemiş. İnsan, hayvan ve çevre sağlığını bütüncül olarak ele alan bu yaklaşım olmadan, zoonotik hastalıklar ve ekosistem kaynaklı tehditler yönetilemez.
Hava kalitesinin iyileştirilmesi için somut bir hedef belirlenmemiş. Yerel yönetimlere yol haritası sunulmuyor. Sanayi kaynaklı kirlilik, ulaşımın emisyonları, ısınmadan kaynaklanan hava kirliliği gibi konular yasa metninde neredeyse yok. Oysa Türkiye’de hava kirliliği, başta çocuklar ve yaşlılar olmak üzere toplum sağlığını doğrudan etkileyen temel bir mesele. Bağlayıcı hedefler, denetim sistemleri ve teşvikler tanımlanmadıkça bu sorun çözülemez.
Kanun metni, somut rakamsal verilere dayalı hedefler ve ara aşamalar içermiyor. Türkiye’nin hangi sektörde ne kadar emisyon azaltacağı, bu hedeflere hangi tarihte ulaşılacağı, hangi bölgelerde nasıl dönüşümler yapılacağı gibi soruların cevabı yok. Bu da iklim eylemini ölçülebilir, hesap verilebilir ve izlenebilir olmaktan uzaklaştırıyor. Oysa hem yatırımcılar hem de yurttaşlar için öngörülebilirlik çok önemlidir. Belirsizlikler, hem ekonomik planlamayı hem de toplumsal desteği zayıflatır.
Doğal varlıkların korunması konusunda İklim Kanunu ciddi biçimde eksik. Ormanlar, su kaynakları, sulak alanlar, kıyılar ve denizler gibi hayati ekosistemlerin, iklim kriziyle mücadeledeki rolü neredeyse hiç tanımlanmamış. Oysa bu alanlar yalnızca karbon yutakları değil; aynı zamanda sel, kuraklık ve sıcak hava dalgaları gibi iklim afetlerine karşı da doğanın tampon bölgeleridir.
Ancak yasa, bu alanların korunması, izlenmesi, rehabilitasyonu ve restorasyonu gibi konulara neredeyse hiç değinmemiş. Ekolojik yıkımın onarılmasına dair herhangi bir bağlayıcı hüküm yok.
Üstelik bu eksik yasa Meclis’te görüşülürken aynı anda “süper izin” torbası da gündeme geldi. Yani bir yandan iklim kriziyle mücadeleyi konuşuyormuş gibi yapılırken, diğer yandan ormanların, meraların, zeytinliklerin “ruhsatlandırılmasına” imkân tanıyan düzenlemeler geçiriliyor. Bu çelişki değilse nedir?
Yasanın merkezine yerleştirilen Emisyon Ticaret Sistemi (ETS), esas olarak bir karbon piyasası oluşturma hedefiyle tasarlanmış görünüyor. Ancak sistemin birçok temel bileşeni belirsiz. Karbon ticaretinden elde edilecek gelirlerin kamu yararına nasıl yönlendirileceği açıkça tanımlanmamış. ETS kapsamındaki sektörlere ücretsiz emisyon tahsisatlarının hangi kriterlere göre verileceği, bu tahsisatların ne kadar süreyle geçerli olacağı ya da zamanla açık artırma yöntemine geçilip geçilmeyeceği net değil. Ayrıca sistem içinde karbon denkleştirme mekanizmasına izin verilmiş olsa da, bu mekanizmanın hangi ilkelere göre işleyeceği, hangi projelerin denkleştirme aracı olarak kabul edileceği veya mükerrer sayım riskinin nasıl önleneceği gibi kritik unsurlar belirsiz bırakılmış. Tüm bu eksiklikler, ETS’nin gerçek bir iklim politikası aracı olmaktan çok, şeffaflık ve denetimden uzak, piyasalaşmaya açık bir yapı olarak kalmasına yol açıyor. Öte yandan yasa, karbon piyasasından elde edilecek gelirlerin yüzde 10’unun adil geçiş fonuna aktarılacağını belirtiyor. Ancak bu fonun nasıl işleyeceği, hangi bölgeleri veya sosyal grupları kapsayacağı, ne tür destek mekanizmaları içereceği henüz netleşmemiş durumda. Bu nedenle, yüzde 10’luk payın yeterli olup olmadığını değerlendirmek de mümkün değil. Oysa adil geçiş yalnızca bir finansman kalemi değil; sosyal koruma, bölgesel kalkınma, istihdam ve eğitim politikalarıyla birlikte tasarlanması gereken bütünlüklü bir dönüşüm sürecidir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin iklim yasasıyla attığı bu adım, ilkesel olarak önemli olsa da içerik ve yöntem bakımından ciddi sorunlar barındırıyor. Kanun, bilimsel gerçekliğe dayalı, sosyal adalet ilkesine bağlı, demokratik denetime açık ve kapsayıcı bir yapı kurmak yerine; dar bir piyasa düzenlemesi ve teknik metin olarak şekillenmiş. Bu haliyle, ne Türkiye’yi 1,5°C hedefiyle uyumlu bir patikaya sokuyor ne de toplumun dönüşümünü destekleyen bir iklim yönetişimi kuruyor. İklim krizine karşı yürütülen mücadele, sadece çevreyle ilgili değil, ekonomiyle, sağlıkla, güvenlikle ve en temelde adaletle ilgili bir mücadeledir. Türkiye bu mücadelede geri kalmamalı. Eksik kalan bu yasayı konuşmalı, izlemeli, gerekirse yeniden düzenlemeli ve her yurttaşı bu sürece dahil etmeliyiz. Çünkü iklim değişikliği beklemez. Ama biz geç kalabiliriz.
Yazar: Evrim Rızvanoğlu / İstanbul Bağımsız Milletvekili