Erdoğan’ın Siirt’te Okuduğu Şiir (1997)
“Minareler süngü, kubbeler miğfer,
Müminler asker, camiler kışlamız…”
Giriş: Bir Şiirin Başlattığı Siyaset Rotası
Türkiye’nin siyasal hafızasında bazı anlar vardır; görünürde bir düşüşün aslında uzun bir yükselişin başlangıcı olduğunu ancak yıllar sonra fark ederiz. Erdoğan’ın Siirt’te okuduğu ve bahsedilen dizelerin Ziya Gökalp’e ait olduğu şiir nedeniyle aldığı ceza da tam olarak böyle bir anın merkezinde durur. O gün verilen karar, hukuki bir yaptırımdan çok, Türkiye’de siyaseti daraltmak isteyen güç odaklarının devreye soktuğu bir mekanizmanın simgesiydi. Fakat aynı zamanda, paradoksal biçimde, Erdoğan’ın yükselişini hızlandıran bir eşik oldu hem içeride hem dışarıda “mağduriyet” anlatısını kurduğu temel taşlardan biri hâline geldi.
Şiirden Ceza, Cezadan Siyasete: 28 Şubat’ın Bağlamı
Şiir meselesi, tek başına okunamayacak kadar siyasal bir atmosferin ürünüdür. 28 Şubat’ın gölgesi, Refah-Yol döneminin gerilimleri, postmodern müdahalenin siyasi dili ve laiklik tartışmalarının sertliği, Erdoğan’ın aldığı cezayı yalnızca bir yargı kararı olmaktan çıkarıp “sistem ile muhafazakâr siyaset arasındaki hesaplaşmanın sembolü” hâline getirmiştir. Ceza hukuki olmaktan çok siyasiydi; ama Erdoğan bu siyasal baskıyı bir kaldıraç hâline getirmeyi başardı.
AİHM Başvurusu: Mağduriyeti Evrensel Hukuka Taşıma Çabası
Erdoğan o dönem yalnızca içeride değil, uluslararası alanda da “hak arayan mağdur” pozisyonunu güçlendirmek için adım attı. 1998’de aldığı ceza sonrası AİHM’e başvurarak Türkiye’yi ifade özgürlüğünü ihlal etmekle suçladı.
Başvurunun temel dayanakları şunlardı:
- – AİHS Madde 10: İfade özgürlüğünün ihlal edilmesi
- – AİHS Madde 6: Adil yargılanma hakkının zedelenmesi
- – Siyasi yasak nedeniyle sivil haklarının engellenmesi
Yani Erdoğan uluslararası hukuka şu mesajı verdi: “Bu ceza siyasidir, devlet bana haksızlık yaptı.” Buraya kadar tutarlı bir mağduriyet çizgisi vardı. Ama asıl dönüşüm bundan sonra başladı.
İktidar Geldi, Başvuru Geri Çekildi: Mağduriyetten Araçsallaştırmaya
Erdoğan ve AKP iktidara geldikten kısa süre sonra, AİHM’e yaptığı başvuruyu geri çekti.
Bu an, Türkiye siyaset tarihinde bir eşik olarak okunmalıdır. Çünkü bu geri çekiş şunu gösteriyordu:
“Muhalefetteyken mağduriyet üzerinden hak arıyordum, ama iktidara geldiğim anda aynı hak mücadelesini sürdürmek yerine bu mağduriyeti araçsallaştırmayı tercih ettim.”
Tam da bu nedenle, Erdoğan’ın şiir cezasının siyasal anlamı başka bir yöne evrildi. Bu ceza, onun uzun yıllar boyunca “mağdur lider” anlatısının merkezine yerleşti. Ancak zamanla mağduriyet bir hak mücadelesi olmaktan çıkıp bir güç inşası aracına dönüştü. İşte dönüşüm tam burada başladı. Harun ile Karun arasındaki çizginin nerede kırıldığı da burada görünür hâle geldi.
Harun’dan Karun’a: İktidarın Büyüten Yüzü
Erdoğan kendi siyasi yolculuğunu uzun yıllar “Harun gibi gelip Karunlaşmamak” üzerine kurduğunu söyledi. Fakat iktidar, çoğu zaman karakteri değil sistemi belirler. Bugün gelinen yerde gençliğinde mağdur edilen Erdoğan ile iktidarının son dönemlerinde başkalarını mağdur eden Erdoğan arasındaki fark görünür hâle gelmiştir. Asıl dönüşen şiiri okuyan adam değil; şiiri okuyan adama bu cezayı veren zihniyetin yıllar içinde onda yeniden hayat bulmasıdır.
İmamoğlu ile Fark: Aynı Baskıya Maruz Kalan İki Farklı Tavır
Bugün Ekrem İmamoğlu’na yönelen hukuki baskılar, Erdoğan’ın gençliğindeki davaları hatırlatıyor. Ama burada siyaset açısından kritik bir ayrım ortaya çıkıyor:
- – Erdoğan kendi mağduriyetini kişisel iktidarını pekiştirmek için kullandı.
- – İmamoğlu ise mağdur edilmesine rağmen kimseyi mağdur etmeme üzerine bir siyaset dili kurdu.
İmamoğlu’nun söyleminde intikam yok, rövanş yok, devri sabık yok. Tam tersine: “Hakkımı savunurum ama başkasının hakkını gasp ederek değil.” Erdoğan’ın AİHM başvurusunu geri çekmesi, mağduriyeti kişisel çıkarın aracına dönüştürdüğünün sembolüyse… İmamoğlu’nun İstanbul davasındaki tavrı tam tersini gösteriyor: Adalet talebini kişisel değil, toplumsal bir zemin üzerinde inşa eden bir lider profili.
İstanbul İddianamesi: Bugünün Adaletsizliği Eski Yaraları Hatırlatıyor
İmamoğlu’nun yargılandığı İstanbul davası, hukukun siyasallaştığı bir dönemin fotoğrafıdır.
İddianame, tıpkı 1990’ların atmosferi gibi “siyasi gelecek mühendisliği” kokmaktadır. Ve bu benzerlik şunu acı biçimde görünür kılar: Dünün mağduru bugün başkasını mağdur eden aktöre dönüşmüştür. Bu nedenle İmamoğlu ve Erdoğan karşılaştırması asla “aynı kefeye koyma” değildir. Aksine, aynı baskıya maruz kalan iki figürün tamamen zıt karakter sınavlarının altını çizmektir.
Sonuç: Dönüşen Kimdi?
Erdoğan’ın şiir cezası, onun siyasal yükselişinin başlangıcıydı. Yıllarca bu mağduriyeti taşıdı, büyüttü, siyasetini bunun üzerine kurdu. Fakat zaman içinde mağduriyet hakikat olmaktan çıkıp bir siyasal sermaye, bir iktidar aracına dönüştü. Bugün halkta eski karşılığının kalmamasının sebebi de budur. Çünkü mağduriyet bir kez gerçek olabilir; ama sonsuza kadar sürdürüldüğünde inandırıcılığını yitirir. İmamoğlu ise benzer baskıya maruz kaldığı hâlde mağduriyeti bir çıkar aracına dönüştürmüyor. Tam tersine: “Kimse mağdur olmasın” diyerek yeni bir siyaset etiği kuruyor. Ve işte bu, Türkiye’de değişimin pusulasıdır.
Bu mücadele kimsenin kişisel hikâyesi değil; hakkın, adaletin, vicdanın mücadelesidir.
Ve bu yolda gerektiğinde şairin dediği gibi:
Ahmed Arif’in Sözüyle
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan, rüsva etme beni.”
Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi


