Giriş: Kayyumların Gölgesinde Bir Ülke
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır siyasal tıkanıklıklarından birini yaşıyor. Bugün ülkenin dört bir yanında demokrasiye dair umutlar, kayyumların gölgesinde kararıyor. Artık kayyumlar yalnızca Diyarbakır’ın, Van’ın ya da Mardin’in değil; İstanbul ve Ankara’nın da kapısında bekliyor. Bu tablo, yalnızca yerel yönetimlere yönelik bir vesayet değil Türkiye’nin rejim karakterine dair bir ayna.
Kürt meselesi, Erdoğan iktidarı boyunca hiçbir zaman yalnızca Kürtlerin meselesi olmadı. Bu sorun, her defasında iktidarın kriz anlarında devreye soktuğu bir siyasal basınç vanası işlevi gördü. Barış arayışı, demokratik bir ideal olmaktan çok, siyasi bir araç hâline getirildi.
Bugün geldiğimiz noktada, kayyum rejimi yalnızca Kürt siyasetinin değil, Türkiye’deki tüm demokratik aktörlerin başına örülmüş kalıcı bir mekanizma hâline geldi. Kürt kentlerinde denenmiş olan baskı modeli, artık batıya da taşındı. Bu yüzden artık mesele bir bölge meselesi değil bir rejim meselesidir.
Dolmabahçe Mutabakatı: Barışın Kısa Ömrü
2013–2015 arasında süren “çözüm süreci”, Türkiye tarihinde ilk defa Kürt meselesini siyasetin merkezine taşımıştı. Dolmabahçe Mutabakatı, bu sürecin zirvesiydi. Ancak o masa, Erdoğan için hiçbir zaman bir barış masası değildi; tam tersine, kendi liderliğini tahkim etmenin bir enstrümanıydı. Uluslararası alanda “reformcu lider” imajını güçlendiren, içeride de Kürt seçmeni yeniden kazanma potansiyeli taşıyan bu süreç, Erdoğan açısından kısa ömürlü bir iktidar stratejisinden ibaretti.
Her şey, 2015 Haziran seçimleriyle değişti. HDP’nin yüzde 13 oyla barajı aşması, Erdoğan’ın başkanlık planlarını yerle bir etti. O gün, Erdoğan açısından çözüm süreci bitmedi tehdit hâline geldi. HDP’nin başarısı, Kürt siyasetinin ulusal ölçekte meşruiyet kazanması demekti. Bu da Erdoğan’ın tek adam rejimi kurma planıyla doğrudan çelişiyordu. Dolmabahçe’de kurulan masa devrildi; barış dili yerini savaş naralarına bıraktı.
Hendekler ve Güvenlik Devletinin Dönüşü
HDP’nin başarısının ardından başlayan hendek olayları, iktidarın barıştan güvenliğe, siyasetten çatışmaya yönelişinin gerekçesi olarak kullanıldı. Oysa bu, sadece bir güvenlik krizi değildi. Bu, Erdoğan’ın bilinçli tercihiyle yürütülen bir siyasal yeniden konumlanma operasyonuydu. Toplum yeniden korkuya teslim edildi, milliyetçi refleksler uyandırıldı,
ve Erdoğan, dağılan AKP tabanını “beka” söylemi etrafında yeniden topladı. 2015 Kasım seçimlerinde yaşanan “oy patlaması” bu stratejinin sonucuydu. Erdoğan için artık Kürt meselesi, çözülmesi gereken bir problem değil, kontrol edilmesi gereken bir siyasi enerji kaynağıydı. Kriz onun için bir tehdit değil, iktidar üretme aracına dönüştü.
Davutoğlu ve Bahçeli: Devletin İki Yüzü
2015 sonrası dönemin iki kilit aktörü, Ahmet Davutoğlu ve Devlet Bahçeli’ydi. Davutoğlu, çözüm sürecinin son dönemlerinde “kardeşlik projesi” ve “milli birlik” gibi kavramlarla süreci meşrulaştırmaya çalıştı. Ancak bu söylem, Erdoğan’ın otoriterleşen siyasal hattına zemin hazırladı. “Milli birlik” retoriği, çözüm sürecinin demokratik içeriğini boşalttı; devletin güvenlikçi paradigmasını yeniden üretmek için kullanıldı. Davutoğlu, sürecin çöküşünde pasif bir figür değil, ideolojik meşruiyet sağlayan bir aktördü. Barış sürecinin bitişinde onun sessizliği, en az Erdoğan’ın kararlılığı kadar belirleyici oldu.
Bahçeli ise, 2015’te Ecevit dönemindekine benzer bir rol oynadı. O yıllarda koalisyon kurmak, Türkiye’nin demokratik normalleşmesi için tarihi bir fırsattı. Ama Bahçeli, tıpkı 2002’de Ecevit hükümetinde yaptığı gibi, krizi yatıştırmak yerine derinleştirmeyi seçti. Devlet Bahçeli’nin koalisyonu devirip erken seçim çağrısı yapmasıyla gidilen 3 Kasım 2002 seçimlerinde, sağın tüm geleneksel partileri yerle yeksan oldu: DYP %9,6, MHP %8,3, ANAP %5,1, Saadet %2,4, DSP %1,2 oy alarak parlamentonun dışında kaldı. Bu tablo, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne parlamentoyu adeta altın tepside sundu. Bahçeli’nin 2002’de yaptığı bu tercih, 2015’te de tekrarlandı; her iki durumda da milliyetçilik, demokrasinin değil, müesses nizamın sürekliliğini önceleyen bir refleks olarak işledi.
Bu tavır, Türkiye’deki milliyetçiliğin tarihsel doğasına uygundu: Önce devlet, sonra millet. Ya da halkın dilindeki şekliyle: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Bahçeli’nin tercihi, devletin bekasını demokrasinin önüne koyan bu anlayışın güncel tezahürüydü. Tıpkı 2002’de olduğu gibi, milliyetçilik yeniden sistemin sigortası işlevini üstlendi. Sonuçta Türkiye bir kez daha demokratikleşme eşiğinde durdu ve geri döndü.
Demirtaş ve Türkiyeleşme Fikri: Bastırılan Umut
Bu dönemin en kritik figürü kuşkusuz Selahattin Demirtaş’tı. Demirtaş yalnızca bir Kürt siyasetçisi değil; “Türkiyeleşme” fikrinin en güçlü savunucusuydu. Kürt hareketini etnik temsilden çıkarıp, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin parçası hâline getirmek istiyordu. Tam da bu yüzden, mevcut iktidar için tehlikeliydi.
Demirtaş’ın dili, Erdoğan’ın inşa ettiği kutuplaşma rejimiyle taban tabana zıttı. O barıştan, çoğulculuktan, birlikte yaşamdan söz ettikçe; iktidar onun bu söylemini terörize etti. HDP’nin barajı aşması, aslında Türkiye demokrasisinin genişleme hamlesiydi ve tam da bu nedenle bastırıldı. 2015 seçimleri, AKP’nin ilk kez fiilen iktidar olamadığı seçimlerdi. Koalisyon olasılığı doğmuş, güç paylaşımı gündeme gelmişti. Erdoğan bu tabloyu kişisel bir yenilgi olarak gördü. Ve bu yenilginin rövanşını yalnızca HDP’ye değil, tüm ülkeye ödetti.
Hendek çatışmaları, yeniden seçim kararı, Bahçeli’nin “seçim resti” ve Demirtaş’ın tutuklanması, aynı stratejinin zincir halkalarıydı.
Demirtaş’ın hapiste tutulması, yalnızca bir yargı kararı değil, bir siyasal infazın sembolüydü. Barışın sembolü olan bir figür, bir anda “terörist” olarak yaftalandı. Oysa ortada bir terör değil, demokrasi talebi vardı. Bu manipülasyon, Türkiye’yi Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemlerinden birine sürükledi. Ve bugün aynı refleks, başka bir isim üzerinden yeniden sahnede: Ekrem İmamoğlu.
İmamoğlu’na yönelen yargı baskısı, aslında 2015’te yaşanan siyasal rövanşın yeni versiyonudur. Tıpkı HDP’ye yapıldığı gibi, bugün de sandıkta kaybedilen meşruiyet, devlet aygıtı aracılığıyla geri alınmak isteniyor. Dolmabahçe’de devrilen masa, yerini kayyum zihniyetine bıraktı ve o zihniyet artık İstanbul’un kapısında.
Kayyum Rejimi: Kürt Sorununun Devlet Modeline Dönüşü
2016 sonrası dönem, Kürt siyasetinin tasfiyesinin kurumsallaştığı dönemdir. Kayyum atamaları, artık bir “istisna” değil, yeni bir yönetim biçimi oldu. Seçilmiş belediyelere yapılan müdahaleler, yalnızca Kürtlerin iradesine değil, Türkiye’de halk egemenliğinin bütününe yönelmiş bir saldırıdır. Erdoğan’ın Kürt meselesini “tehdit yönetimi”ne dönüştürmesi, devletin merkezileşme sürecini hızlandırdı. Bu model, zamanla yalnızca doğuda değil, batıda da uygulanmaya başladı. Bugün İzmir, Ankara ya da İstanbul’daki sosyal demokrat belediyeler, aynı baskı aygıtının potansiyel hedefi konumundadır. Kürt kentlerinde denenen her anti-demokratik yöntem, bir süre sonra ülke geneline yayılan normal hâline geldi. Kayyum uygulamaları, Erdoğan’ın Kürt meselesini çözmekten çok, demokrasi meselesini bastırmak için kullandığını gösteriyor. Kürt siyasetinin marjinalize edilmesi, otoriter rejimin genelleştirilmesine zemin hazırladı. Yani Kürt sorunu, artık Türkiye’de otoriterliğin laboratuvarı hâline geldi.
Kürt Sorunu: Erdoğan İçin Bir Siyasal Sibop
Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımı hiçbir zaman sabit olmadı, ama her dönemde bir ortak yön taşıdı: araçsallık. 2009’da “açılım süreci” umut üretmek için, 2013–2015 arası “çözüm süreci” uluslararası meşruiyet için, 2015 sonrası güvenlikçi dönem ise iktidarını yeniden üretmek için kullanıldı. Kürt meselesi, Erdoğan için ne demokratik bir hedef ne de ideolojik bir inançtı. Tam tersine, kriz anlarında iktidarı tahkim etmenin en etkili aracıydı. Ekonomik sıkışma, dış politik izolasyon ya da seçim kaygısı her gündeme geldiğinde, “beka söylemi” devreye sokuldu. Bu sayede toplum sürekli mobilize edildi, korku siyasetiyle yönetim meşruiyeti tazelendi. Kürt meselesi, Erdoğan’ın elinde bir iktidar sigortasına dönüştü.
Devlet Aklı ile Erdoğan’ın Sürekliliği
Erdoğan çoğu zaman “devleti dönüştüren lider” olarak anılır. Fakat Kürt meselesinde tablo tam tersidir. O, devleti dönüştürmedi; devlet, onu kendine benzetti. İttihatçı dönemden 1990’lara uzanan “güvenlik devleti refleksi”, Erdoğan döneminde yeni rejimin çekirdeği hâline geldi. Kürt meselesi, bu yeni otoriter devletin hem gerekçesi hem de aracı oldu.
Sonuçta Erdoğan, Cumhuriyet tarihinin en eski refleksini “krizi bastır, muhalefeti sustur, meşruiyeti güvenlikten üret” ilkesini 21. yüzyılın medya düzeniyle birleştirerek yeniden üretti.
Sonuç: Çözüm Değil, Kontrol
Bugün geldiğimiz noktada, Kürt meselesi artık sadece Kürtlerin değil, Türkiye’deki her demokrat yurttaşın meselesidir. Erdoğan, bu sorunu çözmek yerine ondan iktidar devşirdi. Dolmabahçe umut, hendekler korku, kayyumlar ise kontrol üretti. Ve o kontrol mekanizması, artık bütün ülkeyi sarmış durumda. Kürt siyasetinin bastırılmasıyla başlayan otoriterleşme süreci, bugün sosyal demokrat belediyelere uzanan bir rejim pratiğine dönüştü. Demirtaş’tan İmamoğlu’na uzanan bu çizgi, Türkiye’de demokrasinin hangi yöne evrildiğini açıkça gösteriyor. Kürt meselesi çözülmedikçe, Türkiye’nin hiçbir alanında özgürlük tam olmayacak.
Erdoğan dönemi, Kürt sorununun çözümünden çok, onun stratejik yönetimiyle iktidarın yeniden üretilmesinin tarihidir.
Bu tarih henüz kapanmadı. Ama artık herkes biliyor: Kürt meselesi çözülmeden, Türkiye’de ne barış ne de gerçek bir demokrasi mümkündür.
“İktidarın amacı, iktidarın kendisidir.”
George Orwell, 1984
Yazar: Tolga Aktaş / Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri Bölümü


