“Kurulan bu komploya meydan okuyor ve CHP Genel Başkanlığı görevinden istifa ediyorum. 22 Mayıs’ta yapılacak kurultayda da aday olmayacağımı sizlere beyan ediyorum.”
İşte CHP’nin başındaki üçüncü dönemini bu sözlerle noktalıyordu Deniz Baykal. Kurulan komplonun ve partinin geleceğindeki belirsizliğin farkında olmasına karşın işleri daha fazla zorlaştırmıyordu görevinden ayrılırken. Yapılacak kurultayda yeniden aday olmasını isteyenlere ise kapıyı çok sert bir dille kapatıyordu. CHP’nin o süreci yıpranmadan aşması gerektiğinden, bir kez daha genel başkan adayı olmasının belirsizliği büyüteceğinden söz ediyordu sık sık. Üstelik eğer bir “şaibeden” söz edeceksek bundan daha “şaibeli” bir süreç de olamazdı. Nitekim kendisinden sonra gelecek ismi “şaibeli” cümlelerle zan altında bırakmayı ve kaosu büyütmeyi tercih etmedi Baykal. “İstemediği sürece kimse yıkamaz.” denilen Deniz Baykal’ı bir kaset kumpası mağlup etmişti. Koltuk boşalmıştı böylece. Cumhuriyet’i kuran partinin 12. Kattaki makam odası yeni misafirini bekliyordu artık.
Dönemin CHP Genel Sekreteri Önder Sav çözüm için arayışlara başladı. Aklında 2+1 isim vardı. Hakkı Süha Okay, Kemal Kılıçdaroğlu ve yüksek egolu her siyasetçi gibi bir de kendisi. Hakkı Süha Okay grup başkanvekiliydi, başarılı bir hukukçuydu. Kemal Kılıçdaroğlu ise fazla sivrilmeyen, işini yapan, son yerel seçimlerde İBB Başkan adayı olan ve yolsuzluk dosyalarıyla Melih Gökçek gibi popüler figürlerin karşısına dikilip meydan okuyan yükselişte bir figürdü.
Önder Sav son yüksek yetkili genel sekreter olarak karar alıcı pozisyondaydı. İstese kendi genel başkanlığını tesis edebileceği ortamda Baykal’ın tavrını devam ettirdi ve koltuktan feragat etti. Şimdi bir karar verilmeliydi ve o zor karar alındı. Sonrasında “en büyük hatam” diyeceği Kemal Kılıçdaroğlu’ndan yana kullandı o tek kişilik sandıktaki oyunu. En büyük hatam dediği Kemal Kılıçdaroğlu’na bunca vurdu-kırdının ardından yalnızca 2 hafta içinde teslim ettiği dikensiz gül bahçesi onu tasfiye edilmekten kurtaramadı. Siyasetin nankör yüzü bir kez daha ortaya çıktı. Kemal Kılıçdaroğlu, göreve gelişinin üzerinden 6 ay geçmeden Önder Sav’ın genel sekreterlik sıfatını elinden almakla yetinmeyip aktif siyasi hayatını bitirdi.
Geçtiğimiz haftasonu gerçekleştirilen Büyük Ankara Mitingi’ni takip ederken Önder Sav’ı sahnede gördüğümde tüm bu yaşananlar bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Göreve getirdiği Kemal Kılıçdaroğlu’nun katılmadığı, partisine ve partisinin genel başkanına destek açıklamaktan imtina ettiği bir dönemde partinin yaşlı kurdu Sav, bir diğer kurt Hikmet Çetin ile beraber halkı selamlıyordu. Konuşmuyordu belki ama avaz avaz bir suskunluk vardı gözlerinde. Tandoğan Meydanı’na fiziki katılımı dahi partinin ve memleketin içinde bulunduğu zor durumu özetler gibiydi. Yüz binlerce vatandaşın meydanda, milyonlarcasının ekran başında yek vücut hareket ettiği ortamda muhalif kamuoyunun bir kulağı Barış Sitesi’ndeydi. 14 Mayıs’ta onun için kapı kapı dolaştıkları aday tarafından son 2 senede defalarca hayalkırıklığına uğrayan milyonlarca yurttaş mahcup edilmeyi bekledi ama yine olmadı.
Hindu geleneğinde “sessizlik yemini” anlamına gelen Mauna inanışı vardır. Bu felsefeye göre iç ferahlığına ulaşmak ve yaşanılan ortamı huzura kavuşturmak için bu inanışa kendini adayan kişiler uzun bir sessizliğe gömülürler. Amaç bellidir: Yıpranmamak, yıpratmamak, arınmak. Fakat siyaset, din değildir. Belirli bir kurallar manzumesi yoktur, dinamiktir. Olağanüstü koşullarda olağanüstü tavırlar alınması beklenir. Bu sebeple sükutun gümüş olabileceği durumlar, ağızdan çıkan sözlerin planları bozacağı zamanlar da vardır. Tek bir cümleyle sadece Cumhuriyet Halk Partisi’nin değil demokratik siyasi hayatın önündeki en büyük tehlikelerden birini bertaraf edebileceğiniz, dahası 14 Mayıs travmasından sonra size nefret kusan milyonlarca gençle barışabileceğiniz ortamda etmiş olduğunuz Mauna yemininin kendinize de bu memlekete de bir faydasının olmadığı açıktır.
Hinduizm inancından bahsettim az evvel. O inanca mensup, lakabınızı edindiğiniz Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü’nü örnek alarak, adaletsizliğe karşı durmak amacıyla gerçekleştirdiğiniz Adalet Yürüyüşü gerçeği ortadayken AKP yargısının kararına bel bağlayıp kaybettiğiniz koltuğa dönmeye çalışmak ne hazin bir son. Nitekim bunu yaptığınız zaman seccadeye basmanız da, dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demeniz de, mühürsüz oyların sayılmasına gerçekçi bir tepki vermeyişiniz de, Erdoğan’ın üçüncü dönem adaylığını yeterince gündeme getirmemeniz de ve elbette kendi adaylığınızda inat etmeniz de insanların aklında kocaman bir soru işareti yaratıyor.
Şimdi biraz beyin fırtınası yapalım, buraya tekrar döneceğiz.
İstanbul İl Kongresi’nin iptal edilip, Özgür Çelik’in görevden alınmasıyla başlayan ve Gürsel Tekin’in kayyım olmayı kabul ettiği süreç malumunuz.
Türkiye siyaseti yaklaşık 1 senedir her sabahına operasyon veya kırmızı şeritli son dakika haberleriyle uyandığımız bir iklime büründü. Bu operasyonların ana aksı da İstanbul ve Ekrem İmamoğlu merkezliydi. Zira orada bir “sistem” vardı ve o sistem çökertilmeliydi. Bahsettiğim sistem elbette bir rant sistemi değil; aksine seçim kazanmayı bilen, bunu bilimsel metotlarla donatabilen kadrolara yer açılan bir siyasi habitattan bahsediyorum. Bu sadece CHP’nin değil, Erdoğan’ın da alışık olmadığı bir yapıydı. Böylece planını uyguladı ve uygulamaya da devam ediyor. Bu yapının 3 sac ayağı vardı: CHP Genel Merkezi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı-muhtemel Cumhurbaşkanı adayı ve CHP İstanbul örgütü. Bu 3 yapıyı kontrol eden siyasilerin ortak özelliği üçünün de son derece samimi ve iletişimi kuvvetli kişiler olmalarıydı. Fakat daha önemli bir şey vardı. Üç siyasetçi de gençti ve eski jenerasyonu tehdit ediyordu. Eskiyi tehdit etmekle kalmıyor, Erdoğan sonrası oluşacak siyasi hegemonyanın da ayak sesleri duyuluyordu. Erdoğan “bu sistemi” yenemeyince yok etmek tek seçenek haline geldi. Bunun için artık muhalif seçmenin, toplumsal muhalefetin iyiden iyiye çatısı haline gelen CHP’yi parçalamak gerekiyordu. Önce tutkal ortadan kaldırıldı: Ekrem İmamoğlu. Fakat Erdoğan, Özel’in liderlik tesisini ve geri adım atmama ihtimalini yabana attı. Operasyonlar son sürat devam ederken Özel “gerçek bir lider” oldu ve CHP dağılmak bir yana dursun, daha da kenetlendi. Devreye B planı alındı. CHP yönetimi ve liderliği değişmeliydi. Gürsel Tekin’le en büyük mesaj verildi. CHP bu reste de cevap verdi. Son dönemde tercih edilen yarı diplomatik yol terk edildi ve il başkanlığı binası canları pahasına savunuldu. Üstelik partili olduğunu iddia edenlerin polis zoruyla girmeye çalıştığı binayı müdafaa edenler 80-90 yaşındaki nineler, üniversite çağındaki gençlerdi.
19 Mart günü barikatın yıkılma görüntüsünü hatırlayalım. Kurumsal siyaseti kendine getiren İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin o meşru hak talebiydi. Burada da benzer bir tablo oluştu. Toplumsal hafızadan asla silinmeyecek görüntüler vicdani ve ahlaki üstünlüğü yine, yeni, yeniden, en yalın haliyle muhalefete teslim etti. Erdoğan’ın planı 4-5 Kasım Kurultayı’nda karpuz gibi ortadan bölünmüş örgüt yapısına güvenerek buradan bir ikililik çıkarmaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Bölünmekten ziyade daha da kenetlendi CHP örgütü. Üstelik kendi tarihine, ideolojisine, memleketinin çocuklarına ihanet edenler, kayyım olmak için rejimin kapıyı aralamasını bekleyenler de ifşa oldu.
İstanbul İl Başkanlığı’ndaki direniş Erdoğan’a frene bastırırken; CHP’nin bölünme ihtimalinin ve liderlik tartışmasının olmadığı gerçeği de yüzüne çarpıldı. Fakat bu, “kum saatli normalleşmenin” bir ömrü olduğu gerçeğini muhalif kamuoyuna unutturmamalı. Erdoğan yenildiği için değil, güç depolamak ( rezerv biriktirmek ) için dörtlüleri yaktı. Bundan sonraki hamlesi CHP’yi lider bazlı değil mezhepsel/ırksal bir aksiyonla bölmek amacıyla olacaktır. Bunun için ilk adımın da Ekim sonu ortaya çıkacak bir “Alevi açılımı” olması muhtemel.
Özel liderliğindeki CHP’nin hem muktedirliğini kanıtlamak adına evin içindeki hırsızları temizlemek, hem bir iktidar programı ortaya koymak, hem partinin yargı sopası ve kısır tartışmalarla dağılmasını engelleyip motivasyonu korumak hem de operasyonlara karşı mücadeleyi örgütlemek gibi son derece zorlu ve hayati bir görevi var.
Elbette muhaliflerin en büyük görevi de Özel’in çizdiği hatta güvenmek.
İmamoğlu’nun adaylık kampanyasının başlangıç cümlesini hatırlatmak gerekiyor belki de bunu yaparken:
CHP BAŞARACAK, TÜRKİYE KAZANACAK.
Yazar: Av. Şöhret Can Kolsuz