Anadolu’nun bin yıllık medeniyetleri bize aynı hakikati fısıldar: İnsanlık, ancak yan yana durabildiğinde yaşayabilir. Atatürk’ün “Yurtta barış, cihanda barış” ilkesi ise bu toprakların evrensel mirasıdır.
Her yıl 1 Eylül’de Dünya Barış Günü’nü anıyoruz. Ancak barış, yalnızca takvim yapraklarında işaretlenmiş bir gün değil; halkların geleceğini, çocukların hayallerini, insanlığın ortak vicdanını ilgilendiren en temel meseledir. Barış, bir günün değil; bir ömrün, bir halkın ve bir ülkenin temel yazgısının adıdır.
Barışı yalnızca silahların sustuğu bir an olarak değil, yaşamı şekillendiren bir bilinç hali, bir değer olarak görmek zorundayız. Bu düşünceyi yüzyıllar öncesinden çok güçlü bir şekilde dile getiren filozof Spinoza şöyle der: “Barış, savaşın yokluğu değildir; bir erdemdir, bir zihin hâlidir, iyilikseverliğe, güvene ve adalete yönelik bir eğilimdir.” (Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, 1670)
Bu topraklarda “barış” yalnızca bir ideal değil, bir yaşam biçimidir. Ağrı’dan İzmir’e kadar 160 binden fazla insan bu güzel sözcüğün adıyla büyüyor. Çünkü Anadolu, binlerce yıldır barışın ve birlikte yaşamanın mayasını taşır. Hititlerin kanunları, Lidyalıların ticaret yolları, Roma’nın tiyatroları, Selçuklu’nun hanları, Osmanlı’nın köprüleri… Her biri aynı hikâyenin farklı sayfalarıdır: farklı bir kültürün sesi, farklı bir inancın izi, farklı bir halkın rüyası. Bu çok katmanlı miras bize tek bir hakikati işaret eder: İnsanlık, ancak yan yana durabildiğinde, farklılıklarını zenginlik olarak görebildiğinde yaşayabilir.
Zeytin dalı da bu hakikatin simgesidir. Eski çağlardan beri ağzında zeytin dalıyla dönen güvercin, tufanın ardından insanlığa barışın, umudun ve yeniden başlamanın işareti olmuştur. Zeytin ağacı, kökleriyle direnci, dallarıyla barışı anlatır. Ne yazık ki bugün bu simgeye, bu mirasa kıymaya yemin etmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Zeytinlikler yok edilirken aslında sadece ağaçlar değil, barışın kökleri de budanmak isteniyor.
Oysa bu toprakların ruhu başka türlü konuşur. Mevlana’nın “Gel, gel, ne olursan ol yine gel” çağrısı, Hacı Bektaş Velî’nin “İncinsen de incitme” öğüdü, Yunus Emre’nin dilindeki eşitlik… Bunlar yalnızca söz değil, Anadolu’nun barış mayasının kuşaktan kuşağa aktarılan nefesidir. Bugün Konya’da Şeb-i Arus törenlerinde farklı inançların, farklı dillerin
ve renklerin bir kubbe altında buluşabilmesi de bunun en canlı kanıtıdır.
Düşmanlaştırıcı dil, kutuplaştırmayı bir yönetim aracına dönüştürdü. Farklı olana tahammül değil, nefret öğretildi. Irk üzerinden üstünlük kuran, inançlar üzerinden dışlayan, yaşam tarzı üzerinden ayrıştıran bir söylem, ülkenin toplumsal dokusunu ilmek ilmek söküyor. Korkutarak yönetmek, korkarak yönetmektir. Oysaki birbirinden korkmamak barış için en temel koşullardan biridir.
Her yıl farklı coğrafyalardan yüzlerce insanı bir araya getiren kültürel törenler bize aynı şeyi hatırlatıyor: Barış bir ihtimal değil, bu toprakların kadim geleneğidir.
Barışın dili ise en çok kültür ve turizmde saklıdır; onlar yalnızca geçmişi tanıtmaz, geleceği de kurar. Kültür ve turizm, bir halkın mutfağını, mimarisini, ezgisini, sessizce anlattığı acılarını tanımaktır.
Bir müzede yan yana duran ziyaretçiler, bir festivalde aynı şarkıya eşlik eden gençler, bir sofrada aynı ekmeği paylaşan yolcular… Hepsi bize barışın yalnızca diplomatik masalarda değil, kültürün ve yaşamın içinden doğduğunu hatırlatır. O yüzden barış, turizmin de mayasıdır. Ve ne yazık ki bugün bu köprünün ayakları siyasetin hoyrat ellerinde zedelenmektedir. Çünkü son yıllarda sistematik biçimde körüklenen ayrımcılık, artık yalnızca fikir ayrılığı üretmiyor; bir halkın ortak yaşam iradesini tehdit ediyor.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu kadim barış dilini modern çağın en güçlü sesiyle dünyaya duyurdu. “Yurtta barış, cihanda barış” sözü yalnızca bir dış politika ilkesi değil, insanlığa yazılmış evrensel bir vasiyettir. Atatürk, Lozan’da kalıcı bir uzlaşıya imza atarken de, komşularla barış antantları kurarken de barışı bir diplomasi aracı değil, bir uygarlık tercihi olarak görüyordu. Çünkü bilirdi ki, savaşta kazanan taraf yoktur; barışta ise herkes kazanır.
Bugün dünya, yeni çatışmalarla, göç dalgalarıyla, iklim krizinin tetiklediği gerilimlerle sınanıyor. Tam da bu nedenle, Anadolu’nun bin yıllık tecrübesinden süzülen bu barış diline her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz, kültürü barışın dili, turizmi halklar arası dayanışmanın köprüsü olarak görüyoruz. Bu yüzden kültür politikamızı farklılıkların bir arada yaşayabildiği o kadim akılla örüyoruz. Barış, sadece bir hedef değil, bir yöntemdir. Ve bu toprakların asıl gücü ayrılıkta değil, birlikte yaşama tecrübesindedir. Anadolu’nun çok katmanlı medeniyetini korumak, yaşatmak ve dünyayla buluşturmak; yalnızca kültürel bir görev değil, aynı zamanda barışı savunmanın en etkili yoludur.
Bugün, Dünya Barış Günü’nde çağrımız nettir: Savaşların ve krizlerin gölgesinde umudu büyütelim. Gençlerimizi, sanatçılarımızı, bilim insanlarımızı barışın diliyle üretmeye teşvik edelim. Anadolu’nun taşına sinmiş bin yıllık hikâyeyi, Atatürk’ün evrensel barış çağrısıyla birleştirelim. Çünkü barış, yalnızca bugünü değil, yarını da kurtaracak en değerli mirastır.
Ve biz biliyoruz: Bu toprakların mayası barıştır. Yaşadığımız tüm acılara rağmen, birlikte yas tutup birlikte yeniden filizlenmenin sırrı buradadır. Bize düşen görev bellidir: Barışın tohumunu yeniden her haneye, her sokağa, her yüreğe ekmek; kültürümüzü korumak, geçmişten gelen bu birikimi geleceğe taşımak; turizmi rakamlardan ibaret değil, kalpler arasında kurulan bir köprü olarak bilmek… Ve en önemlisi: Zeytin dalını yeniden elimize almak.
Barış, bu topraklarda hep yeniden doğacak, her hanede yeşeren filizlenen ve büyüyen bir tohum olacaktır.
Yazar: Gülşah Deniz Atalar / CHP Genel Başkan Yardımcısı