Son zamanlarda en çok duyduğumuz kelime “çürüme” özellikle de “sosyal çürüme” hemen herkesin günde en az bir kere kullandığı kelimelerdendir. Sosyolog Doç. Dr. Zeliha Bürtek Hocamızın bir sokak röportajında spontane olarak konuşmasıyla beraber sosyal medyada hızla viral olan bu kavram gündelik hayatın koşturmacasında zaman zaman değişen toplumsal koşullar karşısında özellikle de geçmişe duyulan özlemin de etkisiyle karşılaştığımız kötü durumlara küfür etmeden en güzel anlatma şekli oldu “çürüme”. Ekonominin her geçen gün daha kötüye gittiği zengin ve fakir arasında denge olabilecek orta sınıfın tamamen eridiği, kredi kartları sayesinde anı kurtararak “hayat yaşadığını” sanan toplumun neredeyse %75 lik kesimin hemen hepsi karşılaştıkları birçok durum için bu sözü çok rahatça söylemektedir. Evet, Zeliha Hocama katılıyorum bir çürümenin olduğu kesin ama bence bizim hayatımızı etkileyen en önemli “çürüme” “sosyal çürüme”den çok “KURUMSAL ÇÜRÜME”dir.
Sn. Erdoğan’ın Yeni Türkiye, Türkiye Yüzyılı gibi tanımlarla anlatmaya çalıştığı 2002 sonrası AKP Türkiye’sine karşın öncesini “kötü” diye yaftalamaya çalıştıkları “Eski Türkiye’nin” aslında ne kadar demokratik ne kadar kurumsal ne kadar çağdaş bir devlet olduğunu çürüme kelimesi bize yeniden hatırlatmış oldu. Neden mi? Çünkü, çürüme iyi olan, sağlam olan şeyde olur. Evet, şu anda her alanda bir çürüme var. Ve bu tesadüfi olan bir çürüme değil. Özellikle de 1980 Darbesi sonrasında hazırlanan Anayasa, sonrasında oluşan hemen her hükümette görev alarak çürümeyi tabiri caizse gelenekselleştirmeye çalışan bakanlarla o zamanlardan günümüze kadar istendik bir organize kötülük olduğu fark edilecektir. Peki ama neden ben Zeliha Hoca’mdan farklı olarak “Kurumsal Çürüme” ye vurgu yaptım. Çünkü, kurumların hâkim olduğu devletler kişilere göre değil kurumlara ve yasalara göre devam eder. Bu durum aslında beraberinde standardizasyonu da oluşturur. Örneğin bir dilekçenin nasıl yazılacağı taslak olarak bellidir. Belli şeyler değiştirilerek taslağın çoğunluğuna sadık kalarak hemen her kurumda işimizi görebilirdik. Bunu yaparken illa bir yerlerde bir tanıdık ya da çok paramızın olmasına gerek duyulmayız. Ancak kurumsallaşmayan bir ülkede “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla yangına müdahale ettik.” gibi ya da 6 Şubat Depreminde her saniye bile değerliyken tek elden koordine etmek telaşı, askerin alana inmesinden çekinme gibi durumlar kurumsallığı kaybetmenin en acı halini görmemize neden olur. Bir ülkenin ormanları yani ciğerleri yanarken Cumhurbaşkanı talimatı beklenmesi işte “Kurumsal Çürüme”nin en can alıcı örneğidir. Kurumsallığı da en iyi anlatacağımız örnek Silivri Zindanında hakkında iddianame bile hazırlanmadan haksızca tutuklanan Sn. Ekrem İmamoğlu ve yönettiği belediyeyi örnek verebiliriz. Hatırlar mısınız? Kar yağan bir günde Sn. İmamoğlu bir misafiriyle balık yiyeceği zaman baya gündem olmuştu. Neydi eleştiriler?
“Vay efendim başkan neden orada?
Başkan balık yerken İstanbul kar altında
Başkan çizmelerini giy çık
Bak Bakanlar nasıl hemen olay yerine gidiyor.”
Ve daha nicesini duyduk. Çünkü, Sn. Erdoğan her şeye kendi karar vermek isteyen biri ve onun yönettiği zamanlarda her şeyde onu duyduk. Her karar ona ait ama hiçbir sorumluk ona ait değil. Yetkinin olduğu ama sorumluluğun olmadığı bir yönetim modeline son zamanlarda alıştırılmaya çalışıldık. Oysa kar ve balık restoranı hikayesinde gözden kaçan bir şey vardı. O da Başkan olmadan da kurum çalışmasını devam ettiriyordu. Tıpkı şu an da Ekrem Başkan ve 10 diğer belediye başkanı tutuklu olmasına rağmen çalışmalara devam ettikleri gibi. Şimdi bir düşünün Sn. Erdoğan iddianamesi düzenlenmeden tutuklansaydı ya da Allah gecinden versin ama vefat etse partisi aynı şekilde devam edebilir mi? Cevap çok net hayır. Çünkü, lider odaklı partiler, devletler gibi örgütlü yapılar liderlerini kaybedince yok olurlar. O yüzden Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Paşa “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Demiştir.
Kurumsal Çürümenin eğitime yansımalarıyla en güncel tartışma konusu olan YKS Tercihleri, açıklanan ve hayal kırıklığı yaratan yerleştirme sonuçları, çalınan sorular, tarikat seven bakan üzerinden olayı daha da netleştirmiş oluruz. Son günlerin en çok konuşulan konusu YKS Tercih işlemleri ve yerleştirme sonuçları oldu. Çünkü, maalesef kurumlara güven yok. Eski Türkiye’de hükümetler değişse bile belli başlı kurumlar sabit kalır ve güvenilirlikleri her zaman yüksek olurdu. Örneğin ÖSYM, eski adı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi olan bu kurum bizim üniversiteye hazırlandığımız dönemlerde ve öncesinde hükümet kim olursa olsun kurumsal ciddiyetle çalışırdı. Örneğin bir kişi 100.000 sıralama mı yaptı kontenjan dahilindeyse yerleşeceğini bilir kafası rahat üç aşağı beş yukarı sıralamalara yerleşirdi. Bugün yerleştirmelerde 50.000 gerisi 100.000 gerisine ucu ucuna yerleşen hatta yerleşemeyen çok aday gördük.
İlk olarak geç açıklanan YKS Tercih Kılavuzu ve çok sınırlı tutulan Tercih Süresinden başlayalım. ÖSYM her sene gelecek senenin tahmini akademik takvimini açıklar ve üç aşağı beş yukarı o takvime bağlı kalırdı. Ancak son zamanlarda kurumsal ciddiyetin çürümesiyle bu takvimler çoğunlukla değişiyor. Son yapılan LGS- Liselere Giriş Sınavı sorularının PDF halinde dağıtılması, özel isme sahip bir imam hatip okulunun farklı illerdeki birçok şubesinde birincilerin çıkması gibi korkunç şeylere tanık olduk. Sadece sınav anındayken PDF halinde soruların sızdırılması/dağıtılması bile iptal edilmesi için yeterli bir sebepken en başarısız bakanın “Gerizekalı” ya anlatır gibi anlatıyorum diye bastıra bastıra zeka gerisi insanlarımızı aşağılayarak olayı reddetmesi ve onlarca çocuğun kul hakkına rahat rahat girmesi gibi durumlar belli edilmese de kurumsallığın çürümesi açısından çok önemli sorunlar ve suçluluğun endişesi tüm yetkililerde herkes tarafından hissedilir haldedir.
Tıpkı LGS’ye giren her adayı mağdur edip şaibe altında bıraktıkları gibi YKS Tercih Kılavuzunu da çok geç açıklayarak gençleri çok zor duruma düşürdüler. CHP Milli Eğitimden Sorumlu Gölge Bakanı Suat Özçağdaş’ın çok sık vurgulamasına rağmen kılavuz çok geç yayınlandı. Hem geç yayınlandı hem de sürenin azlığı ve kontenjanların daraltılmasından dolayı birçok adayın tercih süreci yanlış tercih yapma, tercihlerine 100.000 gerisinde olan bölümü yazmasına rağmen ya ucu ucuna girmesi ya da kaçırması gibi durumlar yaşatarak mağdur olan insan sayısının katlanmasına sebep olmuştur. Devlet ve Vakıf Üniversitelerinde toplam 388.664 Lisans Kontenjanın 358.511 yerleşen 30.153 boş. Ön lisans 306.147’in, 288.823 yerleşen, 17.324 boş. Toplamda 649.811 Kontenjanın 647.334 Yerleşen 47.477 Boş kalmıştır. Elbette kayıt aşamasında boş kalacak sayının daha da artması hatta belki iki katına katlanması beklenmektedir. Özellikle günden güne kötüleşen ekonomik koşullar tercihleri en çok etkileyen faktör oldu. Ekonominin yanında bir diğer faktör kontenjanların daraltılması. Hiç şüphesiz üniversiteyi bitirince mesleğini yapamayacak bölümler kapatılsın. Hatta bazı bölümler hiç açılmasın, kontenjanlar azaltılsın elbette bu ülkemizi nitelikli insan gücü açısından önemli adımlar ama bunlar böyle çat diye bir anda yapılacak adımlar değil.
Gelin sorunu bir parça geriden alalım ve sistemi daha doğrusu sistemsizliği bir bütün halinde görelim. 2009 yılında ÖSS- Öğrenci Seçme Sınavı vardı. 2010 yılında YGS- LYS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı- Lisans Yerleştirme Sınavı) sistemi geldi. Bence sınav tarihi açısından en iyi sınav sistemiydi. Hem soru sayısı olarak hem konuların ölçülmesi hem tercih alanlarının ayrılması (MF-1, MF-2, TM-1, TM-2) ve alanına göre öğrencinin neleri çözeceğinin belli olması bu sayede sıralamaların çok fazla oynamaması, LYS’ nin ders ders ayrı tarihler ve ayrı oturumlarda ve soruları çözmek için fazla sürelerle yapılması gibi öğrenci lehine onlarca avantajlı durumu vardı. Elbette bu durum kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir ama bence gelmiş geçmiş en iyi sınav YGS ve LYS sınavıydı. Ne olduysa Sn. Erdoğan’ın bir anda bu sınav sistemi olmaz bunu değiştirmemiz gerekir demesi üzerine hem TEOG hem de 2017 yılında ansızın YKS- Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na geçildi. Bu sırada ne bilimsel görüşlere başvuruldu ne alt yapı çalışmaları yapıldı ne çocuklar buna hazır mı demeden YKS’ye geçildi. Çünkü Milli Eğitim Bakanı’da YÖK Başkanı’da ÖSYM Başkanı’da kendi koltuklarını korumak derdindeydi. Kurumsal bir devlette böyle bir değişiklik en az 2 yıl hazırlıkla yapılırdı. Ama biz her şeyi bir gecede terk edebiliyoruz.
Elbette her şey gibi bu değişiklikte birçok şeyi derinden sarstı. Bu yeni sistemde AYT- Alan Yeterlilik Testi Tek kitap haline geldi. Bu kitapçıkta Edebiyat, Tarih, Matematik, Fizik vd. hepsi bir arada öğrenciye sunuldu. Bunun yanında soru sayıları düşürüldü. Örneğin 40 civarı konusu olan Fizik Dersi için 14 soru soruldu. Her biri derya deniz olan 40 konuyu sadece 14 soruyla ölçüp mühendis, doktor çıkarma kararı aldık! Sadece bu da değil YGS- LYS de ilk oturum olan YGS mart ayında yapılır bu sınavda barajı geçemeyenler diğer sınavlara hazırlanmazdı. YKS’de ise cumartesi TYT pazar AYT yapılıyor. Yani gençler daha neye uğradığını anlamadan dinlenmeden hemen ertesi gün daha iddialı bir sınava giriyorlar. Üstelik bazı adaylar dil sınavıyla beraber iki sınava giriyorlar. Bir sınavın bu kadar özentisiz değiştirilmesi “Kurumsal Çürüme”nin bunun on katı hızlı ilerlemesini sağlar. Darphaneye rakip ve tek kurum olan ÖSYM herkesi sürekli sınava sokmak için uğraşan bir kurum oldu. Bu yıl YKS’ye girecek bir aday oturum başına 450 TL ödedi. En az iki oturum 900 TL ediyor. Akademisyen olmak için zorunlu tutulan dil sınavlarından YÖKDİL 800 TL ve bunun gibi onlarca sınav. Üstelik geç başvuruda bu ücretler yarısı kadar arttırılıp alınıyor. Elbette çürüme sadece sınavla olmadı. Pıtrak gibi her şehre bir üniversite, büyükşehirlerde kurumsal üniversiteleri bölerek daha çok üniversite açma çabası da eğitimin niteliğini düşürüp niceliğini arttırdı.
Düşünün bir genç 8. Sınıf sonunda sınavlara girmeye bir başlıyor lise sonunda YKS üniversite sonrası KPSS, YÖKDİL, ALES derken sonucu belirsiz bir uğraş için binlerce lira öderken ömrü çalınıyor. Bu süreçler en iyi ihtimalle 26-27 yaşından önce sonuçlanmaz. Zaten o yaşa gelen bir kişi de ömrünün en güzel yıllarını sonucunu bilmeyeceği sınavlar için çalışmayla geçirecek. Sınav süreçleri sadece sınavla değil bu sınavların içeriğinin de şekillendiği eğitim içeriğiyle birlikte bu çürümeden nasibini aldı. Cumhuriyet Tarihinin bence “En Başarısız Bakanı” olan “Yusuf Tekin” eğitimi gerici bir modele döndürmek için çok uğraşmıştır. Oturduğu koltuk Hasan Ali Yücel gibi isimlerin koltuğu olmasına rağmen kendisinde gram bir yüz kızarmasına rastlamadık. Eğitimi Sivil Toplum Sosuna batırılmış Tarikatlarla işbirliği yaparak çocukların yaşlarına uygun olmayan ÇEDES Programından tutun da MESEM gibi çocuk işçilerin yasal zemine getirilmesine öğretmen meslektaşlarımı Atatürk’e olan sevgisizliği yüzünden onun Başöğretmenlik unvanını değersizleştirmek amacıyla Başöğretmen, Uzman Öğretmen, Ücretli, Sözleşmeli, Kadrolu, Özel Okul Öğretmeni gibi ayrıştırıp bölerek öğretmenlerin saygınlığını yok etmesine, öğrencilerin önce sınıf tekrarı yapmasını kaldırmasına sonra kendileri kaldırmamış gibi tekrar geri getirmelerine daha tuhafı hem kaldırdıkları uygulamaları hem geri getirdikleri uygulamaları aynı şekilde coşkuyla sunmaları gibi durumlar “Kurumsal Çürüme” nin zamana ve toplumun kılcal damarlarına kadar nasıl yayıldığını göstermektedir.
Son Değerlendirme
Eğitim birliği, tekliği, karma eğitim modeli gibi modeller “Çağdaş Türkiye” açısından önemli adımlardır. Cumhuriyet’in kurulduğu dönemlerde Köy Enstitüleri mezunlarının vatanın her köşesine dağılarak Anadolu’ya Cumhuriyet ideolojisini anlatıp birleştirdikleri bir millet bir ulus yarattıkları gibi eğitim kurumu da toplumları bir arada tutan toplumun milli olmasını sağlayan en önemli husustur. LGS’de yaşanan skandaldan YKS Tercih Kılavuzunun geç yayınlanıp tercih süresinin az tutulması, kontrolsüzce ikinci öğretimlerin devlette kapanıp vakıflarda kapanmaması, parayı verenin düdüğü çaldığı parası olmayan ama sisteme dahil olmak için günlerce gecelerle çalışarak elde ettiği sıralamasının özel okulların keyfiyeti yüzünden geriye düşmesi gibi onlarca durum “Eski Türkiye” nin özlemini derinleştiriyor. Devlet okullarında herkesin standart eğitimler alması, Anadolu’nun en uç noktasından Trakya’nın en uç noktasına herkesin belli bir tedrisattan geçmiş olması kurumsallığın ne kadar geliştiğini ve yaygınlaştığını göstermektedir.
KYK Öğrenci Bursuyla AKP öncesi “45 liracık” bursla en az bir çeyrek altın alabilirken günümüzde 2.000 TL ile 5 kitap alamaz duruma gelinmesi de kalitesiz bir hayatı ne kadar pahalıya yaşadığımızı göstermektedir. Kurumsal Çürüme eğitimden, adalete, sağlıktan, sosyal yardımlara her yerde kendini göstermektedir. Özellikle “Kamucu Politika” anlayışından uzaklaşıp “Özelleştirme” mantığı çürümenin hızlanmasını teşvik etti. Parası olan kişilerin öğrencilerini özel okullara yazdırıp başarısı kötü olmasına rağmen notlarının yüksek girilmesi, iyi bie eğitim almadan çocuklara -mış gibi yaparak kaliteli eğitim vermek yerine sadece zaman öldüren bu sistem farkında değiliz ama toplumumuzu yavaş yavaş yok etmektedir.
Son söz olarak, her bir çocuk her bir genç her bir kadın her bir hayvan ve her bir ağaç çok değerlidir. Bu açıdan ülkemizde “Kurumsal Çürüme” ye karşı topyekün mücadele etmemiz gerekecektir. Bu çürümenin panzehiri “güçlü kamucu politikalar” yanında özel girişimin de olması gerekli. Ülkeyi yönetme becerisini kaybeden AKP giderayak hızla çürütme, yozlaştırma ve talan etme girişimine girmiştir. Eğitime vurulan her bir darbe gibi maden ocağı diye izin verilen her bir doğa talanı ancak milli birlik şuuruyla birleşirsek kazanılır.
Genç arkadaşım yalnız değilsin. Unutma ki, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.
Yazar: Hakan Çakmak / Sosyolog-Siyaset Bilimci