13 yıl süren kanlı bir iç savaş sonucunda 2024 sonlarında Beşar Esad yönetiminin devrildiği Suriye’de geçiş süreci iç savaş dönemini aratmayan yeni çatışmalarla geçiyor. Şam’daki geçici yönetimin başkanı olan Ahmed eş-Şara (Ebu Muhammed el-Cülani) Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm (HTŞ) kökenli yönetici kadroları ve idari kapasitesi zayıf hükümetiyle, uluslararası konjonktür dolayısıyla kısmi bir meşruiyet sahibi olsa bile, ülkede huzuru sağlayamıyor görünüyor. En son Güney Suriye’deki Dürzi azınlığın merkezi idareye direnişi, hükümete yakın paramiliterler ile Dürzi milisler arasındaki sıcak çatışmalar ve bu sürecin sonunda gerçekleşen gönülsüz ateşkes sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın ilgisini yine bu ülke üzerinde topladı.
Suriye’deki sonu gelmeyen şiddet ve huzursuzluğun kökleri elbette ülkenin toplumsal yapısında, tarihinde, kültüründe, dış güçlerin müdahalelerinde aranabilir. Ancak meselenin bugününde, bu huzursuzluğun sebebi olarak en fazla öne çıkan sorun, ülkede gerçek bir ulusal kimlik ve eşit ve haysiyetli bir yurttaşlık anlayışı olmamasıdır. Şara’nın hızlı ve şaşırtıcı iktidar yürüyüşünden sonra oluşan zafer sarhoşluğunun sisleri içinde her zaman varlığını sürdüren temel problem budur ve çözümü için değişik siyasi modelleri de gündeme almak gerekebilir. Bu analiz yazısı ademi merkeziyeti Suriye’deki bu sonu gelmeyen kriz için bir çözüm yolu olarak tartışacaktır.
Esad Yönetimi mi Daha kapsayıcıydı, Şara Yönetimi mi?
Bu konuyu tartışırken temas edeceğimiz ilk konu, Suriye yönetiminin geçmişte ve bugün ne kadar kapsayıcı olduğudur. Suriye’de, bir Alevi azınlık yönetimi olduğu iddia edilen Esad yönetimiyle Şara yönetiminin siyasal elitinin profilleri arasında bir mukayese yapmak hangi rejimin daha kapsayıcı olduğunu gösterebilir. Esad döneminin son başbakanı Muhammed Gazi el-Celali Sünni’ydi, savunma bakanı Ali Mahmud Abbas, içişleri bakanı Muhammed Halid Rahmun, dışişleri bakanı Bessam es-Sabah da aynı mezheptendi. Keza el-Celali’den önceki diğer başbakanlar Hüseyin Arnus, İmad Hamis ve Vail el-Halki de. Beşar Esad dönemi Suriye yönetimi, otoriter rejimin doğası nedeniyle, başkanın etrafındaki yakın çevre itibariyle dar bir tabana otursa da, herhangi bir Sünni islamcı rejimden daha kapsayıcıydı, zira rejim tüm otoriter karakterine rağmen, modernist bir ulusal yurttaşlık fikrini şeklen de olsa kabul ediyordu.
Şara rejimi ise, Alevi, Hristiyan, Kürt, Dürzi teknokratlara verilen birer bakanlık sayılmazsa, tamamen Sünnilerden oluşuyor ve bu kişilerin bir kısmı değişik İslamcı hareketlere mensupken, en kritik bakanlıklar İdlib’den beri HTŞ’nin içinde olan şahıslara verilmiş. Yani bu hükümet iç savaştan çıkmış bir ülkeyi derleyip toparlayacak bir ulusal koalisyondan ziyade ideolojik bakımdan türdeş bir parti hükümetine benziyor. Bu manzara Suriye’deki yeni rejimin muhtemel kapsayıcılığı konusunda fikir veriyor.
Öte yandan Beşar Esad rejiminin Sünniliğin muhafazakar formlarına amansız bir düşmanlıkla davrandığı fikrine de şüpheyle yaklaşmak gerekir. Baasçı Suriye, daha Hafız Esad döneminden itibaren çeşitli “İslam açılımları” yaptı. 1973 anayasasına göre devlet dini İslam ve Cumhurbaşkanının İslam dininden olması mecburiydi. İslam hukuku yasamanın temel kaynağıydı ve laik medeni hukuk mevcut değildi. Çokeşlilik yasaldı. İslami bankalar faaliyet halindeydi. İç savaşın en kanlı günlerinde bile bizzat Beşar Esad da halkla birlikte cuma namazları kılıyor ve dindar bir kamusal imaj ortaya koyuyordu. Bütün bu tavizlere rağmen rejim sonuçta çöktü. Onun halefi olarak iktidarı ele geçiren ve İslamcılığa dayanan bir rejimin eşit yurttaşlık kavramıyla örtüşmesi zaten ontolojik olarak mümkün değildir. Bu bakımdan Suriye’deki Şara rejimini bir ilerleme olarak değil bir gerileme olarak görmek gerekir. El Kaide kökenli silahlı bir islamcı hareketin kurduğu sözde kapsayıcı rejim en iyi şartlarda, Sünni unsura dayanan bir çoğunlukçu (majoriter) devlete evrilebilir ve özellikle dini/mezhebi olarak “öteki” gördüğü toplulukların (Alevi, Dürzi, Hristiyan, İsmaili) hür ve eşit vatandaşlar olarak bu Sünni rejimine entegre edilme ihtimali düşüktür. Bu açıdan şartların olgunlaşmasına göre az veya çok ademimerkezi bir rejim, Suriye’deki azınlıklar için hem nefes alma, hem de kendi özgül aidiyetlerini koruma imkanı verecektir.
Suriye’de ulus-devlet paradigması Beşar Esad’ın düşüşüyle çökmüştür, Şara’nın lideri olduğu yeni paradigma ise açıktır ki ulus-devlet paradigmasının dışındadır. Suriye’ye değişik ülkelerden gelmiş yabancı muharip unsurların (cihatçıların) kalıcı olacağı öngörülmektedir. Dahası bu şahıslara Suriye vatandaşlığı verilip, Suriye Ordusu’na entegre edilmeleri de ihtimal dahilindedir. Böyle bir proje, elbette akla “Suriye ulusu nedir?”, “Suriyeli kimdir?” sorularını getirmektedir ve ulus-devletin normatif şartlarını karşılamamaktadır.
Dürziler, Aleviler, Kürtler
Suriye’de bir federalizm geleneği yok değil. 1920-1936 arasındaki Fransız manda idaresinde Suriye, merkez şehirleriyle anılan beş federe bölgeye ayrılmıştı: Şam, Halep, İskenderun, Lazkiye, Süveyde. Bu idari tedbir Suriye toplumunun çokkültürlü ve çokmerkezli yapısının bir sonucuydu. İskenderun Sancağı olarak anılan Hatay ülkedeki Türkmen, Lazkiye Alevi, Süveyde Dürzi toplumlarının çekim merkeziydi. Bu noktada Suriye’deki Alevi ve Dürzi azınlıkları Fransızlarla işbirliğine yatkın olarak değerlendirmek ise son derece yanlış olacaktır. Şam ve Halep’in Sünni seçkinleri Fransız manda yönetimiyle iyi ilişkiler içindeyken, Alevi toplumundan Salih el-Ali ve Süleyman Mürşid, Dürzi toplumundan Sultan Paşa el-Atraş gibi seçkinler ulusal karakterdeki ayaklanmalara büyük oranda yön vermiştir. Yani mezhepsel olarak azınlık konumunda olanlar daha az “Suriyeli” değillerdir.
Bugün ise sosyolojinin ve demografinin gerçeği kendini politik üstyapıya dayatmaktadır. Şara hükümetinden baskı ve eziyet gören Alevi ve Dürzi toplumlarına, 2011’den itibaren kendi politik şemsiyesini oluşturmuş, siyasi olarak örgütlenmiş Suriye Kürt toplumu da eşlik etmektedir. Suriyeli Kürtler belirgin biçimde ABD desteğine sahiptirler ve bölgeleri Kürt çoğunluk dışında Türkmen, Arap ve Süryani nüfusa da ev sahipliği yapmaktadır. Bu bölgenin Şam hükümetine entegrasyonu, henüz sonuçlanmamış bir süreçtir. Dürzi toplumunun da Süveyde çevresinde bir askeri-siyasal örgütlenmesi olduğu hatırlanırsa, şu anda Suriye’de belirli bir bölgede etnik-mezhebi çoğunluğa sahip olup da henüz politik otoritesini inşa edememiş tek topluluk olarak Aleviler kalmıştır. Suriyeli Aleviler’in, “Sahil Kalkanı Tugayı” gibi askeri örgütleri mevcut olmakla beraber, bir siyasi kurumu yoktur. Nüfusça homojen ve yer şekilleri itibariyle dışardan müdahalesi zor bu bölgede de Şam hükümetine güven ve bağlılık düşüktür. Bu üç topluluk Suriye’de Sünni üstünlükçü yeni rejime boyun eğmeye isteksiz olduğu gibi, demografik güçleri ve coğrafi yoğunluklarıyla bu rejimin tahayyül ettiği Suriye’ye karşı daima ateşli bir muhalefet odağı olarak kalacaklardır.
Suriye’de şüphesiz Türkmenler, değişik etnisite ve mezheplere mensup Hristiyanlar, İsmaililer ve Çerkesler gibi başka azınlık grupları da vardır. Ama mevcut durumları itibariyle bunlar bağımsız bir politik özne sayılamazlar. Dahası nüfusları belirli bölgelerde çoğunluk oluşturacak biçimde temerküz etmiş de değildir. Bu bakımdan -en azından şimdilik- bir federal Suriye senaryosunda bu etnik grupları bağımsız birer aktör addetmemek gerekir.
Irak’ta Federalizm Tecrübesi
Irak’ın 2005 Anayasası ülkeyi federal bir cumhuriyet olarak tanımladı, ancak ülkedeki yegane federe bölge dört ilin (Duhok, Erbil, Süleymaniye, Halepçe) birleşmesiyle oluşan Kürdistan Bölgesi’ydi (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, kısaca IKBY). Bu bölgenin oluşturulma şekli ve tekil konumu Irak içinde ve dışında eleştirilere yol açtı, ekonomik gücü de tartışma yarattı. Ancak başka bir federe bölge geçtiğimiz yirmi yıl içinde kurulmadı: bir Süryani bölgesi tasarısı hiçbir zaman ciddi biçimde politik bir projeye dönüşemezken, Basra merkezli bir Şii bölgesi fikrini Sünniler, Orta Irak’ta bir Sünni bölgesi fikrini Şiiler şiddetle reddetti. 2017’de ise ilginç bir tasarı olarak birleşik bir Türkmen-Ezidi-Süryani bölgesi tasarısı gündeme geldi, Telafer, Sincar (Şengal) ve Ninova Ovaları’ndan oluşacak bu bölge, IKBY gibi tam özerk değil, yarı-özerk olacaktı. Bu üç toplumun kurulları tarafından desteklenen proje bugüne dek gerçekleşmedi. Aynı yıl gerçekleşen IKBY bağımsızlık referandumu ise Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkileri iyice karmaşıklaştırdı. Bu tek taraflı ve bağlayıcılığı olmayan referandum gayrıkanuni bir girişim olarak görüldü ve merkezi hükümetle federe bölge arasındaki ilişkilerde merkezi hükümetin elini güçlendirdi.
Irak’taki mevcut federasyonu başarılı bir örnek olarak görmek zor, çünkü bu otonomi tek bir bölgeye ve halka özgü ve başından beri bu tek bölge ile ülkedeki merkezi hükümet arasında kriz yaratan bir neticeye yol açtı. Merkezi hükümetle IKBY arasındaki yetki çekişmelerinin sonu gelmezken, bölgesel yönetim sürekli alanını -özellikle Kerkük’e doğru- genişletmeye çalıştı. 1993’ten beri Bağdat otoritesinin dışında kalmış bu bölgenin siyaseten tamamen entegre olabildiği de söylenemez. Yine de bu özerklik, 1990’larda yakın vadede gerçekleşmesi beklenen Irak’ın parçalanması senaryolarını şimdilik engellemiştir. Kabul edilmelidir ki bu idari düzenleme yapılmasa son 20 yılda ciddi iç huzursuzluklar ve IŞİD’le adı konmamış bir iç savaş yaşayan Irak tamamen çözülebilir ve bütün ülkede anarşi hakim olabilirdi. Bütün başarısızlıkları ve yetersizliklerine rağmen, Irak örneği önemlidir ve Suriye için bir referans olabilir.
Bir Parantez: Afganistan’da Taliban’ın Dönüşü Kaçınılmaz Mıydı?
Afganistan’da 2001’de Taliban’ın uluslararası koalisyonun müdahalesiyle devrilmesinin arkasından başarısız bir ulus-inşa (nation-building) süreci yaşandı. 2004’te ilan edilen, Hamid Karzai idaresindeki yeni Afganistan İslam Cumhuriyeti, Taliban dönemi öncesi siyasi elitle yerel savaş ağalarının bir koalisyonuydu ve pek çok şeyi başaramadığı gibi, Afganistan’da Taliban’a mukavemet edebilecek bir devlet yapısı da oluşturamadı. Suriye’ye benzer şekilde, Afganistan da etnik ve mezhebi olarak çok parçalı bir toplumdu. Taliban’ın dayandığı temel etnik grup % 40’ın biraz üstündeki nüfuslarıyla ülkenin en kalabalık etnik grubu olan (ama çoğunluğu olmayan) Peştunlardı. Peştun harici etnik gruplar ise Ahmed Şah Mesud’un Tacikleri ve Raşid Dostum’un Özbekleri örneğinde görüldüğü gibi ülkedeki en aktif anti-Taliban unsurlardı. Oysa ABD 2002’de -bizatihi bir geleneksel Peştun kurumu olan loya jirga’yı toplatarak- Hamid Karzai’yi ülkeye cumhurbaşkanı seçtirdi. 2014’te ise Karzai Cumhurbaşkanlığı görevini yine bir Peştun olan Eşref Gani’ye devretti. Afganistan’da Peştun merkezli bir ulusal kimlik oluşturulmak istenirken, Talibanlar köy köy, kasaba kasaba ülkeyi fethettiler ve devleti yıktılar.
Yeni Afganistan devleti inşa edilirken, acaba Tacikler, Özbekler, Türkmenler, Hazaralar ve diğerleri kendi özerk bölgelerine sahip olsaydı ve ülke bir federasyon temelinde ademimerkezi olarak örgütlenseydi cumhuriyetin kaderi farklı olur muydu? 2004’teki Afganistan anayasası ülkedeki 14 etnik grubu isim isim sayıyor, ancak onlara hiçbir territoryal hak vermiyordu. Oysa bu etnisitelere, bölgesel esaslara dayanan birer bölge, etnik semboller ve özerk kurumlar verilseydi, belki de etnik asabiyyelerinin ve yerelliğe dayanan özgüvenlerinin sayesinde Taliban’a karşı daha azimli bir mücadele vereceklerdi. Uluslararası toplumun Afganistan üzerindeki etki alanı genişken, eğer devolütif federalizm istikametinde bir tavır alınsaydı Afganistan’daki toplumsal gelişmelerin farklı olacağı kesindir.
Sonuç Yerine
Suriye’de üniter bir devlet tartışmasız bir fikir değildir. Bu görüşü savunanların pragmatik çıkar hesaplarından bağımsız biçimde üniter bir Suriye’nin Suriye halkı için neden iyi olduğunu temellendirmeleri gerekir. Eğer üniter yapı bir islamcı diktatörlüğün ülkedeki diğer unsurlar üzerinde baskı kurmasına yarayacak bir mekanizma görevi görecekse bunu savunmak azınlıkların baskı altında ezilmesini olumlamak anlamına gelecektir.
Suriye’deki mevcut hükümetin, Irak ve Afganistan’daki Saddam ve Taliban sonrası geçiş hükümetleri kadar dahi kapsayıcılık ve demokratikleşme iddiası yoktur. Bu bir vakıadır ve Şara ve çevresinin ideolojik perspektifinin doğal sonucudur. Eğer tepeden bir demokratikleştirici gelişme imkansızsa, yerellik böyle bir sürece pekala dayanak olabilir. Ülkenin parçalanmasına izin vermeyecek bir anayasal çerçeve içinde, ademi merkeziyet prensibiyle ülkedeki farklı toplumlar kendi politik iradeleri doğrultusunda yasal ve siyasi normlarını belirleyebilirler.
Ademimerkeziyet herşeyden önce bir yönetsel prensiptir. Bunun adını mutlaka federalizm koymak da şart değildir. İspanya resmen bir federal ülke değildir, federal-üniter arası melez bir sistemle idare edilmektedir. İspanya’daki bölgeler tarihsel kimliklerini korurken değişik oranda idari ve mali özerkliğe sahiptirler. Bu model de Suriye coğrafyasında işe yarayabilir.
Suriye’de geçiş sürecinin bitip yeni anayasanın onaya sunulacağı tarih olarak 2030 yılı öngörülmüştür. Bir anayasa hazırlamak için beş yıl hiç de kısa bir zaman değildir. Suriye’nin gelecekteki politik sisteminde ademimerkeziyetçiliğin nasıl bir rol oynayabileceğine karar vermek için yeterli zaman mevcuttur. Suriye için en büyük bir felaket olan Libyalaşma senaryosu gerçekleşmez ve Suriye’deki çeşitli etnik ve mezhebi unsurlar arasında medeni bir diyalog rejimi ortaya konabilirse bütün bu meseleler ülkenin geleceği için tartışılabilir.
Son bir derkenar olarak Türk dış politikasına dair bir tespitte bulunmak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti “dış Türkler”in yaşadıkları ülkelerde özerk bölgelere sahip olmaları konusunda dün de, bugün de hayli isteksiz olmuştur. Bu tavrın elbette bölge dengelerini sarsmamak gibi genel kabul görmüş sebepleri vardır. Ancak unutmamak gerekir ki bu tavır yurtdışında bulunan Türki toplulukların güçsüzleşmesine, hatta erimesine sebep olmuştur. Irak Türklüğü’nün ağır çekimdeki çöküşü bunun çarpıcı örneklerinden biridir. Afganistan Türklüğü’nün 1990’lardan beri Taliban’ın gerici ideolojik ajandasıyla sarmalanmış Peştun şovenizmi altında baskı ve zulüm görmesi bir başka hazin örneğidir. Örnekler çoğaltılabilir. Bu yazıdaki politik perspektifler değişik ülkelerdeki Türki azınlıklar için de bir hayatta kalma stratejisi olabilir.
Yazar: Dr. Ali Tirali