AKP iktidarı, aynı anda birçok aktörle birden iyi geçinebileceği ya da onlarla iyi ilişkiler geliştirebileceği, birbirine iki düşman tarafı aynı anda idare edebileceği konusunda gereğinden fazla bir özgüvene sahip. Haklarını yememek lazım bu stratejiyi, Ukrayna-Rusya savaşında bir şekilde yürüttüler. Ancak, bütün aktörlere yönelik aynı strateji geliştirileceği yönündeki inancın altı, doldurulmaya muhtaç. Yani söylem ve açıklama düzeyinde bir taraftan İran’a yakın dururken ve onun saldırıya maruz kalan taraf olduğu ifade edilirken diğer taraftan da saldırının baş müsebbibi Trump’la yakın temas, İran’a ve müttefiklerine pek güven vermiyor olsa gerek. Elbette ateşkes ve barış için herkesle görüşülür, tüm taraflarla istişare edilir ama gerek hükümetin gerekse medyanın Trump’a hiç en küçük bir eleştiri ve sözden dahi kaçınması sadece İran’ın değil bölgedeki bütün aktörlerin kafasını karıştıran bir husus.
Türkiye, İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a yönelik başlattığı “Yükselen Aslan Operasyonu” ile alevlenen çatışmada, bir yandan diplomatik tarafsızlık ve arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışırken, diğer yandan hem iç kamuoyuna oynayan açıklamalardan geri durmadı. Açıklama yapmak dışında neredeyse hiçbir şey yapılmadı, çatışmaya ilişkin etkili hiçbir girişimde bulunulamadı. Erdoğan, Trump’la telefonda görüştü ama sonuçta bir şey elde edilemedi.
İsrail’in haksız saldırısına yolu açan ve ona yeşil ışık yakarak bir anlamda İran’ın üstüne saldırtan ABD olmasına rağmen, ne Erdoğan yaptığı konuşmalarda ABD’nin bu kışkırtıcı rolüne değindi ne de iktidara yakın medya Trump ve ABD’ye ilişkin olumsuz cümleler kurdu. Medyanın geneline hakim olan hava, ABD’ye yönelik bir sessizlikti. Halbuki, İran-İsrail çatışması sürecinde Trump ABD Başkanı gibi değil de İsrail Genelkurmay Başkanı gibi açıklamalar yapıyordu. Trump’ın bu kışkırtıcı tutumuna ilişkin en küçük bir haber ya da yorum yer almadı, asla Trump’ın pozisyonuna ilişkin eleştirel bir kullanılmadı, öneride dahi bulunulmadı. Özellikle medyanın bu sessizliğinin arka planında Erdoğan’la Trump arasındaki şahsi boyutta oldukça iyi olduğu söylenen ilişkinin hatırı olduğu açıktı ancak, bu iyi ilişkinin İran’a saldırıda en küçük bir işe yaramadığını gördüklerinde akıllarından ne geçti acaba?
İç Kamuoyu ve Popülizm
Erdoğan, 16 Haziran 2025’te kabine toplantısı sonrası İsrail’i “katliam şebekesi” olarak nitelendirip, Netanyahu yönetimini bölgedeki istikrarsızlığın baş sorumlusu ilan etti. Bu sert söylem, özellikle Gazze’deki insani krizden bu yana İsrail’e karşı hassasiyetin yüksek olduğu iç kamuoyunu tatmin etmeye yönelik bir hamleydi. Ancak, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik bu ateşli eleştirileri, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın daha temkinli ve dengeci açıklamalarıyla çelişiyor. Fidan, “Bölgedeki gerginliğin Gazze’deki soykırımdan dikkatleri dağıtmasına izin vermemeliyiz” diyerek istikrarsızlığa karşı uyarıda bulunurken, İran’a doğrudan siyasi destek sunmaktan kaçındı. Bu çifte söylem, AK Parti’nin hem iç politikada milliyetçi-muhafazakâr tabanı konsolide etme çabasını hem de uluslararası alanda tarafsız bir arabulucu imajı çizme yönündeki birbiriyle çelişkili ve tutarsız tavrını gözler önüne seriyor.
Erdoğan’ın 14 Haziran’da ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştirdiği telefon görüşmeleri, Türkiye’nin diplomasi odaklı bir rol üstlenme çabası olarak sunulsa da, bu görüşmelerin içeriği ve etkisi şüphe uyandırmakta. Trump’ın İran’a nükleer anlaşmayı dayatma politikalarına açık desteği, Türkiye’nin ABD ile yapıcı diyalog iddiasını gölgeleyen bir şey, bu açık.
Diplomatik Tarafsızlık mı, Stratejik Çaresizlik mi?
Türkiye’nin çatışmada tarafsız bir arabuluculuk rolü üstlenme iddiası, geçmişteki Tahıl Koridoru ve Somali-Etiyopya müzakerelerindeki başarılarına dayandırılsa da bu rolün ne kadar gerçekçi olduğu tartışmalı. Türkiye, İran’la 535 kilometrelik sınır paylaşsa da, İran’ın müttefik güçlerinin yanı sıra ve PJAK gibi Kürt ayrılıkçı hareketler üzerinden yaratabileceği güvenlik tehditleri, kendisini zor durumda bırakacağından emin. Hükümetin, İran’a açık destek vermekten kaçınması, iç politikada denge kurma çabası kadar, bu güvenlik risklerinden kaynaklanıyor. Öte yandan, İsrail’e yönelik sert söylemler, 2024 yerel seçimlerinde AK Parti’nin yaşadığı hezimetin bir nedeni olarak görülen İsrail’le ticari ilişkilerin gizli saklı sürdürülmesinin halkta ve parti tabanında yarattığı etkiyi giderme çabası olarak okunabilir.
Türkiye’nin enerji güvenliği, bu çatışmada en kırılgan noktalarından biri. Brent petrol fiyatlarının 69 dolardan 74 dolara yükselmesi, zaten yüksek enflasyon ve cari açıkla boğuşan Türkiye ekonomisini daha da zora sokmaya başladı bile. Ancak taraflar arasındaki etkili bir ateşkes dünyayı ve Türkiye’yi ekonomik bir çöküşten kurtarabilir ki, bu yazının yazıldığı sırada İsrail’in ihlallerine ve saldırgan tutumuna rağmen ateşkes devreye girmiş görünüyordu.
Hürmüz Boğazı’nda olası bir kapanma, küresel petrol sevkiyatının %30’unu tehdit ederken, Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği 10 milyar metreküp doğalgazın kesintiye uğrama riski, sanayiyi ve hanehalkını kış aylarında ciddi bir enerji kriziyle karşı karşıya bırakabilir. Hükümet, bu ekonomik risklere karşı somut bir çözüm üretmek yerine, popülist söylemlerle kamuoyunu oyalamayı tercih ediyor gibi görünüyor. Enerji ithalatına %92 bağımlı olan Türkiye’nin, bu krizde alternatif enerji koridorları geliştirme kapasitesi sınırlı; bu da AK Parti’nin ekonomik yönetimdeki yetersizliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Suriye’deki Çıkarlar ve Göç Riski
İsrail-İran çatışmasının Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarına etkisi, hükümetin güvenlik politikalarındaki eksiklikleri de ortaya koyuyor. Türkiye, Suriye’de YPG/PKK’ya karşı kendi bildiği yollarla mücadele ederken, İran’daki istikrarsızlığın yeni bir göç dalgasını tetiklerse buna ilişkin bir planı var gibi görünmüyor. Halihazırda 3,5 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, İran’dan gelebilecek yeni bir göç dalgasıyla başa çıkmakta zorlanabilir. Hükümetin sınır güvenliğini artırma planları, daha çok güvenlikçi bir refleksle şekilleniyor; ancak bu, uzun vadeli bir çözüm sunmaktan uzak. AK Parti’nin, Kürt meselesine yönelik güvenlik odaklı yaklaşımı, çatışmanın PJAK gibi grupları güçlendirmesi durumunda, iç barış sürecini de tehlikeye atabilir.
AK Parti hükümeti, İran-İsrail çatışmasında bölgesel liderlik iddiasını güçlendirmeye çalışıyor; ancak bu çaba, iç kamuoyuna yönelik popülist söylemlerle gölgeleniyor. Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert eleştirileri, iç politikada tabanı konsolide etmeyi amaçlarken, İran’a sınırlı destek ve ABD ile yapıcı diyalog, hükümetin çelişkili dış politikasını ortaya koyuyor. Ben şahsen sert açıklama yapmak yerine açıklama düzeyinde daha diplomatik ifadeler kullanıp İsrail saldırganlığını durdurmaya yönelik somut adımlar atan bir hükümetin işbaşında olmasını isterdim.
Türkiye’nin stratejik konumu, NATO üyeliği ve savunma sanayi kapasitesi, çatışmada dengeleyici bir rol oynama potansiyeli sunuyor; ancak ekonomik kırılganlıklar, güvenlik riskleri ve tutarsız söylemler, bu potansiyeli zayıflatıyor. AK Parti, proaktif bir diplomasi uygulama konusunda çok istekli ancak bölgesel liderlik falan iddiaları yerine daha İsrail’e karşı daha kararlı ve eyleme dönük bir proaktif tutum hayata geçirmeli. Popülist söylemler yerine, ekonomik dayanıklılığı güçlendiren ve iç barışı önceleyen adımlar atmalı. Aksi takdirde, Türkiye’nin bu krizdeki rolü, bir arabulucudan çok, iç politikaya oynayan bir aktör olarak hatırlanacak.
Yazar: Dr. İslam Özkan