19 Mart’ta başlayan tam otoriter rejime geçiş süreciyle ilişkili olarak Türkiye’de siyasal rejimin son 20 yılda nasıl dönüştüğünü incelediğim yazı dizime, üçüncü yazımda 2016-23 arasını ele alarak devam ediyorum. Bu dönemde Fethullahçıların başarısız askeri darbe girişimi sonrası bürokrasi yeniden şekillendirildi ve başkanlık sistemi referandumla geçirilerek tek adam rejimi hukuki hüviyet kazandı. Bu noktadan sonra “seçimli otoriter” bir siyasal rejime geçen Türkiye’de tüm siyaset seçimden ibaret hale geldi. Ayrıca, ekonomik bozulmaya koşut olarak git gide seçimleri kazanmakta zorlanan siyasi iktidar, olası bir iktidar değişimini engellemek için önce arka kapıdan sonra ise açıktan muhalefeti dizayn etmeye çalıştı.
Fethullahçıların Son Kozu ve Allah’ın Lütfu
Bir önceki yazımın sonunda belirttiğim üzere, Türkiye’de 2016 yılının ikinci yarısına gelindiğinde tek adam rejimi fiilen zaten ortaya çıkmıştı. 2007’den itibaren adım adım ilerleyen rejim değişikliği sürecinde önce Atatürkçü yüksek bürokrasi, sonra Fethullahçı Örgüt tasfiye edilmiş ve ardından Erdoğan, AKP içerisindeki rakiplerini bir bir pasifize etmişti. Ancak, fiilen kurulmuş olan bu tek adam rejimi henüz hukuki bir hüviyet kazanmamıştı. Resmi düzeyde Erdoğan halen sınırları yetkili cumhurbaşkanı idi. Öte yandan, AKP-FÖ savaşı da henüz sonlanmış değildi. 2014’ten itibaren Erdoğan ve AKP hükümeti, Fethullahçı Örgüt’ün hamlelerini savuşturmuş ve karşı atağa geçerek bir yandan Fethullahçıların devlet içerisindeki kadrolarını tasfiye ediyor diğer yandan da örgütün sermaye, medya ve sivil toplum ayaklarını yok ediyordu. 2016 yılında sürecin geldiği noktada beklemenin tüm örgütün tasfiyesi ile sonuçlanacağını gören Fethullahçı Örgüt son kozunu oynayarak ordu içerisindeki kadrolarıyla 15 Temmuz akşamı bir askeri darbe yapmaya kalkıştı. Ancak, ordu içerisindeki örgütlenmelerinin zaten sınırlı olduğu anlaşılan Fethullahçılar hem devlet içerisindeki ulusalcı ve milliyetçi grupların hem de sokağa dökülen AKP tabanının direnciyle karşılaşınca başarısız oldular.
Başarısız askeri darbe Erdoğan için kendi deyimiyle “Allah’ın bir lütfu” oldu. 21 Temmuz’da Olağanüstü Hâl ilan edildi ve OHAL’in sağladığı geniş yetkilerle iktidar başta güvenlik ve yargı kurumlarındakiler olmak üzere bürokratik kadroları yeniden şekillendirdi. Öncesinde daha yavaş ve adım adım yürüyen Fethullahçı kadroların tasfiye süreci artık hızlı ve kapsamlı bir şekilde yapılmaya başlandı. Fethullahçılardan boşalan yerlere siyasi iktidara bağlı muhafazakâr ve milliyetçi kadrolar getirildi. Bununla beraber, OHAL sürecinin Fethullahçılarla mücadelenin ötesine geçerek muhalefetin farklı kesimlerine yönelik bir baskıya da dönüşmesi muhalefetin tepkisini çekti. CHP lideri Kılıçdaroğlu bu duruma bir tepki olarak Ankara’dan İstanbul’a yaklaşık bir ay sürecek bir “adalet yürüyüşü” başlattı. Yürüyüş muhalefetin farklı kesimlerinden geniş destek buldu ve oldukça ses getirdi ancak gene de iktidarın politikalarına yönelik pek bir etkide bulunamadı.
Başkanlık Sistemi Referandumu ve Yeni Rejim
Yeni tek adam rejimine hukuki hüviyet kazandıracak başkanlık sistemi referandumuna da gene OHAL ortamında gidildi. Erdoğan, başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini zaten yıllardır dillendiriyordu. Ancak, AKP’nin oyu %50’yi hiçbir zaman geçemediğinden Erdoğan’ın bunu gerçekleştirebilmesi için ikinci bir siyasal kesimin desteğine ihtiyacı vardı. İlk etapta bunu çözüm süreci üzerinden Kürt hareketinin desteğini alarak gerçekleştirmek istedi ama çözüm süreci 2015’te bitirilmek zorunda kalınınca bu yapılamadı. Sonrasında Erdoğan aynı amaçla MHP’ye ve yeri geldiğinde kendisine oy verebildiği anlaşılan muhafazakâr-milliyetçi tabana yöneldi. 7 Haziran 2015’teki kısmi seçim başarısızlığından sonra Erdoğan zaten görünür düzeyde milliyetçi bir çizgi ve söyleme kaymıştı. Bu durum Erdoğan ve Bahçeli arasında git gide artan bir yakınlaşma doğurdu. Zaten 2016’da muhaliflerin Bahçeli’ye bayrak açmalarının en önemli nedenlerinden birisi de buydu. Bahçeli tartışmalı yargı kararlarıyla MHP’nin başında tutulduktan sonra Erdoğan bu durumu başkanlık sistemine geçebilmek için kullandı. Normal şartlarda o dönemde AKP’nin meclisteki sandalye sayısı herhangi bir anayasa değişikliğini referanduma götürmeye yetmiyordu. Ancak, MHP de destek verince başkanlık sistemi için gerekli anayasal değişiklikler halk oyuna sunulabildi. OHAL koşullarında gidilen referandum %51.4 oyla geçti. Referandum sırasında bazı zarflara mühür vurulmadığı anlaşıldı ancak Yüksek Seçim Kurulu bu zarfların da geçerli sayılacağını bildirdi. Bu karar muhalefetten tepki çekse de sonuç değişmedi ve ilginç bir şekilde CHP yönetimi de bu durumun üzerine çok gitmedi.
Başkanlık referandumunun geçmesiyle yeni rejimin bürokrasi ayağından sonra anayasal ayağı da tamamlanmıştı. Başkanlık sistemiyle beraber Türkiye’de siyaset biliminde “seçimli otoriter” olarak adlandırılan bir siyasal rejim ortaya çıkmıştı. Bu rejim açıkça otoriterdi çünkü tüm güç Türkiye’de “cumhurbaşkanı” denilen başkanda toplanmakta ve fiilen onu devlet içerisinde sınırlanırabilecek herhangi bir denge denetim kurumu bulunmamaktaydı. Ancak bu gene de “tam otoriter” değil “seçimli otoriter” bir rejimdi çünkü siyasal iktidarın devlete hakim olmasından kaynaklı adil olmayan tüm koşullara rağmen seçimler önden belirlenmiş değil, asgari düzeyde rekabetçiydi. Diğer bir deyişle, pratikte ne kadar mümkün olduğu tartışılır olmakla beraber, teoride muhalefetin seçim kazanarak iktidarı değiştirebilmesi hâlâ mümkündü. Nitekim, zaten bu noktadan sonra Türkiye’de siyasal süreçler tamamen seçimlere endeksli bir şekilde ilerlemeye başladı.
Başkanlık referandumunu izleyen aylarda, MHP içerisinde değişimi yargının tartışmalı engeli nedeniyle gerçekleştirememiş muhalif kanat İYİ Parti’yi kurdu. İYİ Parti’nin bir sonraki seçimde MHP’nin oylarını alacak olmasından endişelenen MHP lideri Bahçeli, hem bu sebeple hem de bir an önce başkanlık sisteminin fiiliyata geçebilmesi için Erdoğan’ı bir erken seçime ikna etti. 2018 yılının Nisan ayında alınan kararla Haziran ayında yeni başkanlık sistemine uygun koşullarda seçime gidildi. Seçim için AKP ve MHP Cumhur İttifakı’nı CHP ve İYİ Parti ise Millet İttifakı’nı kurdu. MHP’nin baskın seçimle İYİ Parti’yi seçime sokmama planı CHP’nin sağladığı ödünç vekillerle aşıldı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise CHP yönetimi bu konuda istekli olan eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Erdoğan’ın karşısına aday olarak çıkarmak istedi ancak Gül tüm muhalefetin kendisine destek vermesini bir önkoşul olarak sununca ve yeni kurulan İYİ Parti’nin lider Akşener bunu kabul etmeyince bu plan suya düştü. Sonuçta, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakı ortak aday çıkarırken muhalefet partilerinin her biri kendi adayıyla yarıştı. CHP’nin adayı Muharrem İnce kampanya sürecinde çok ses getirmekle beraber bu durum seçim sonucuna yansımadı. Seçimde Cumhur İttifakı hem meclis çoğunluğunu kazandı hem de Erdoğan %52.6 oy alarak ilk turda cumhurbaşkanı seçildi. AKP seçimde %7 civarı oy kaybetmekle beraber bu oyların muhalefet partilerine değil MHP’ye kaydığı görüldü.
Apati-ümitlenme Döngüsü ve CHP’nin Arka Kapıdan Dizaynı
2018 Genel Seçimi’nin sonucu muhalefette büyük bir demoralizasyon yarattı. Muharrem İnce’nin seçimi kazanabileceğine dair oluşan büyük beklentiye rağmen bunun gerçekleşmemesi (ve seçim gecesi ortadan kaybolması), muhalif seçmende Erdoğan olduğu sürece artık seçimle bir iktidar değişiminin pek mümkün olmadığı algısını güçlendirdi. 2019’daki yerel seçimlere de böyle bir ortamda gidildi. Muhalefet seçmeninin seçimlerden beklentisi epey düşüktü ancak seçimden beklenmedik bir sonuç çıktı. Büyük şehirlerdeki sosyolojik dönüşüm, keyfi başkanlık sisteminin ekonomi üzerinde yarattığı tahribat ve muhalefetin birlik olarak doğru adaylarla yarışması gibi faktörlerin etkisiyle muhalefet bloğu seçimde başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok büyükşehri AKP’nin elinden almayı başardı. Özellikle, büyük bir rant alanı olan İstanbul’daki seçimin hukuksuz bir biçimde tekrarlatılması ve seçimin bu defa daha büyük farkla muhalefet lehine sonuçlanması muhalefet seçmeninde iktidarın seçimle değişebileceğine dair umutları tekrardan tazeledi.
2023’teki genel seçime giderken muhalefet kesimi artık daha moralli ve ümitliydi. Özellikle İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ve Ankara’da Mansur Yavaş’ın isimleri cumhurbaşkanlığı adaylığı için erkenden konuşulmaya başlanmıştı. Bu defa muhalefet Erdoğan’ın karşısına 2018’deki gibi dağınık değil tek adayla çıkmak niyetindeydi. Bu amaçla, 2022 yılının başlarında CHP liderliğinde, Millet İttifakı’nın iki ana partisine dört küçük muhafazakâr parti daha eklenerek “Altılı Masa” adı verilen bir muhalefet birliği kuruldu. Buraya kadar her şey normadi. Ancak, zamanla bu masanın asıl niyetinin Erdoğan’ı yenme ihtimali yüksek olan İmamoğlu ve Yavaş’ın önünü kesmek ve onlar yerine seçimi kaybetme ihtimali daha olası olan Kılıçdaroğlu’nu aday yapmaya çalışmak olduğu anlaşıldı. Bu doğrultuda Masa, aslında en önemli mesele olan ortak cumhurbaşkanı adayını belirleme işini bilinçli olarak en sona bıraktı. Bu süreçte Kılıçdaroğlu bir yandan genel başkanlığın gücünü kullanarak cumhurbaşkanlığı adaylığında parti içi rakipleri olan İmamoğlu ve Yavaş’ı ekarte ederken diğer yandan adını koymadan adaylık hazırlıklarına devam etti ve en sonunda seçime 2,5 ay gibi kısa bir zaman kala bir oldubittiyle adaylığını açıklandı. Bu adaylık dayatmasına İYİ Parti ve Akşener çok sert tepki gösterdi ve Altılı Masa’da kargaşa çıktı. Mesele en sonunda tatlıya bağlansa da sonuçta Kılıçdaroğlu aday olmuştu ve masadaki kavga görüntüsü de muhalefetin imajına büyük zarar vermişti.
Tüm bu yaşananlara rağmen, seçime gidilen süreçte, ülkede ciddi boyutlara ulaşan ekonomik bozulmayla ilişkili olarak, muhalefet içerisinde kazanma beklentisi zirvedeydi. Adaylığı tabanın tam içine sinmeyen Kılıçdaroğlu’nun dahi seçimi kazanacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Ne var ki, yanlış aday seçimi ve ittifak mimarisi nedeniyle siyasi kutuplaşma koşullarında ekonominin seçim üzerindeki etkisi sınırlı kaldı. Cumhur İttifakı oy ve vekil kaybetmekle beraber meclis çoğunluğunu korudu. Cumhurbaşkanlığı seçimi ise ikinci tura kalsa da Erdoğan Kılıçdaroğlu karşısında çok zorlanmadan seçimi kazandı.
2023 Genel Seçimi’ne giden süreçte Kılıçdaroğlu’nun adaylık dayatması aslında seçimli otoriter rejimlerde sık görülen, iktidarın muhalefeti arka kapıdan dizayn girişimlerinden birisiydi. Bu tür rejimlerde seçimler hileli veya doğrudan önden ayarlı olmamakla beraber, devletin yetki ve kaynaklarını kullanarak iktidar muhalefeti arka kapı yollarla dizayn edebilmekte, bu şekilde, seçimler asgari düzeyde rekabetçi olsa bile, iktidar seçimi kazanma ihtimalinin en yüksek olduğu siyasal ortamı yaratabilmektedir. Türkiye’de 2023’teki genel seçime giden süreçte, başta yüksek enflasyon olmak üzere büyük ekonomik bozulmayla ilişkili olarak, mevcut iktidar eğer muhalefet seçime doğru cumhurbaşkanı adayla girerse artık devletin ekonomik imkanlarını kullanmanın veya medyayı kontrol etmenin bile kendisine seçim kazandıramayacağını anlamıştı. Bu amaçla, arka kapı yöntemlerle karşısına kaybetme ihtimali yüksek zayıf bir adayın çıkmasını sağladı. Bunu yaparken CHP içerisindeki hizipler mücadelesinden de azami ölçüde yararlandı. İmamoğlu veya Yavaş’ın cumhurbaşkanı seçildiği bir senaryoda Kılıçdaroğlu hizbinin parti-içi çıkarları zedelenebilirdi. Bu sebeple bu hizip Kılıçdaroğlu’nun adaylığını dayatarak seçimi kaybetme riski uğruna kendi parti-içi çıkarlarını korumayı seçti.
CHP’deki Değişim ve Arka Kapıdan Ön Kapıya Geçiş
2023’teki genel seçimden sonra 2018-19’dakine benzer bir döngü yaşandı. 2018’deki genel seçimin ardından olduğu gibi muhalefet tekrardan büyük bir ümitsizlik girdabına girdi, seçimle iktidar değişimi inancını artık tamamen yitirdi. Bu derece ekonomik bozulmanın olduğu bir ortamda bile iktidar değişmiyorsa o zaman hiçbir zaman değişmeyeceğine dair algı çok güçlendi. Dahası, adaylık dayatmasıyla seçimin kaybedilmesinin baş sorumlusu olan Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrasında istifa etmemekte direnmesi seçmenle parti arasında büyük bir duygusal kopuş başlattı. Bu koşullarda, 2023’teki seçimde cumhurbaşkanı adayı olmak isteyen ancak Kılıçdaroğlu hizbi ve iktidarın ortaklığıyla önü kesilen İmamoğlu parti içerisinde bir değişim hareketi başlattı. Seçmenle parti arasındaki duygusal kopuşu gören CHP kadrolarının önemli bir kısmı da bu harekete destek verdi. Sonuçta, 2023’ün Kasım ayında yapılan kurultayı değişimcilerin adayı Özgür Özel biraz da sürpriz bir sonuçla kazandı.
CHP içindeki değişim seçmenle parti arasındaki duygusal kopuşu önlemekle beraber, muhalefette seçimle iktidar değişikliği olabileceğine dair ümitleri tekrardan diriltmeye yetmedi. Son tahlilde Özel de ilk etapta liderlik potansiyeli olarak Kılıçdaroğlu’ndan çok farklı bir profil değildi. Ortada tekrardan ümitlenmeyi gerektirecek bir durum yoktu. Nitekim, muhalefet 2024’teki yerel seçimlere 2019’dakine benzer bir ümitsizlikle gitti. Hatta bu seçimde muhalefet 2019’daki gibi ittifak dahi yapamadı. Ancak sonuç bu defa 2019’dakinden de büyük bir sürpriz oldu. Ekonomik bozulmadan iyice bunalan seçmenin azımsanmayacak bir bölümü ya sandığa gitmedi ya da muhalefet partilerine yöneldi ve seçim sonucunda AKP tarihinde ilk defa ikinci parti konumuna düştü, CHP ise 46 yıl sonra ilk kez birinci parti oldu.
Öyle anlaşılıyor ki, yerel seçim sonucu rejim içerisinde alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Çünkü yerel seçim dört yıl sonraki genel seçimin bir fragmanıydı. Ekonominin bir türlü düzeltilemediği bir ortamda genel seçim sonucunun da farklı olmayacağını anketler açıkça göstermekteydi. Bu sebeple, iktidar muhalefeti dizayn girişimlerine kaldığı yerden yeniden başladı. Bu doğrultuda Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP lideri Özgür Özel’le bir “normalleşme” süreci başlattı. Bu şekilde hem olası erken seçim çağrılarının önünü aldı hem de Özgür Özel’i doğrudan muhatap alarak ondan yeni bir Kılıçdaroğlu yaratmaya çalıştı. Burada kilit nokta, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi Özel’in de karizmatik lider İmamoğlu ile işbirliğinden vazgeçmesi ve fiilen güdümlü muhalefet olmayı kabul etmesiydi. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, Özgür Özel’i buna ikna edemedi.
İşte 19 Mart’ta başlayan yargı operasyonları bu noktada geldi. Bu operasyanların rejim açısından nedeni açıktır: Ülkede ekonomik bozulma ve iktidarın halk desteğindeki erime öyle bir noktaya geldi ki, artık önceki seçimleri kazandırtan devletin ekonomik kaynaklarını kullanma ve medyayı kontrol etmenin sonuç vermesi mümkün değildi. Dahası, 2023’teki gibi CHP içi hizipler mücadelesini kullanarak arka kapıdan kazanacak adayların önünü kesme stratejisi de işe yaramıyordu çünkü Özgür Özel buna yanaşmıyordu. İşte bu noktada iktidar, muhalefeti dizayn edebilmek için “arka kapı”dan “ön kapı”ya geçti. Yani, kendi güdümündeki yargı güçlerinin soruşturmalarıyla CHP’yi yeniden dizayn ederek onu tekrardan Kılıçdaroğlu dönemindeki fiili güdümlü muhalefet konumuna getirme operasyonu başlattı.
Bu süreç halen halen etmekte. Eğer iktidar amacına ulaşırsa, 2018’den itibaren “seçimli otoriter” olarak adlandırdığımız rejim artık Rusya’daki gibi “hegemomik otoriter” olacak. Bu rejim tam otoriter bir fiili tek parti rejimidir. Rejimde muhalefet partileri mevcuttur ve belli sınırlar içerisinde muhalefet yapmalarına müsaade edilir ancak iktidara gelmeleri mümkün değildir. Muhalefet partileri iktidara gelme iddiasına girerlerse rejim, devlet gücünü kullanarak derhal o partiye saldırıya geçer. Bugün rejim yargısının CHP’ye karşı saldırısı tam da bu durumun bir örneğidir. Böyle bir sistemde, halk iktidar değişimi olacağına inanmadığı için seçimlere katılım da oldukça düşüktür. Eğer rejim CHP üzerindeki emellerini gerçekleştirise maalesef Türkiye’de de seçimlere katılımın önemli ölçüde düşmesi oldukça olasıdır.
Bir Özet ve Muhasebe
İşte son 20 yıl içerisinde bizi 19 Mart sürecine getiren Türkiye’deki rejim değişikliği bu şekilde gerçekleşti. 2007 yılının başında vesayet koşullarında bir yarı demokrasi olan Türkiye, bugün tam otoriter rejime geçişin kıyısında. Süreç 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi ile başladı. Bu süreç sonunda Atatürkçü yüksek bürokrasinin engellemelerine rağmen AKP cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirdi. 2008-12 döneminde Atatürkçü yüksek bürokrasi AKP-FÖ işbirliğiyle tasfiye edildi. 2012 sonrasında Fethullahçılar Atatürkçülerden boşalan bürokrasiye yerleşerek yeni bir vesayet sistemi kurmak istediler ama başarılı olamadılar ve AKP hükümeti tarafından tamamen tasfiye edildiler. 2014’ten itibaren cumhurbaşkanı olan Erdoğan parti içi rakiplerini zamanla pasifize etti ve en sonunda Bahçeli’yi yanına çekerek başkanlık sistemine geçiş yapmayı başardı. Denge denetimin neredeyse tamamen ortadan kalktığı bu yeni sistemde tüm siyaset seçimlere endekslendi ancak seçimleri de mevcut iktidar devletin yetki ve kaynaklarını farklı biçimlerde kullanarak kazanmaya devam etti. Bununla beraber, git gide artan ekonomik bozulmayla ilişkili olarak iktidar önemli yerel seçim yenilgileri de aldı ve artık işler seçimleri kazanamayacağı bir noktaya gelince de devlet gücünü artık açıktan kullanmaya başlayarak muhalefeti yargı eliyle dizayn etmeye girişti. Halen bu sürecin içerisinden geçiyoruz.
2000’lerde Atatürkçü bürokratik vesayet ortadan kalkarsa Türkiye’nin çok daha demokratikleşeceğini öne sürenler artık ortalarda pek gözükmüyorlar. 2000’lerde tasfiye edilen bürokratik vesayet, Türkiye koşullarında çoğunlukçu ve otoriter eğilimli muhafazakâr sağ iktidarlara bir denge unsuru olduğu için aslında mevcut sınırlı demokrasinin en önemli sigortalarından biriydi. Bugün gelinen noktada o vesayetin ortadan kalkışı Türkiye’yi tek adamın tüm devleti kontrol ettiği, anayasanın fiilen ortadan kalktığı ve seçimlerin bile artık önden ayarlı olduğu tam otoriter bir rejimin kıyısına getirdi. Türkiye pirince giderken evdeki bulgurdan oldu. Bu çukurdan bir çıkış var mı, göreceğiz. Ancak, Türkiye’de tekrardan 2000’lerin ilk yarısındaki demokrasi seviyelerini görmek pek kolay olacak gibi gözükmüyor.
Yazar: Dr. Emrah Gülsunar
Makalenin birinci ve ikinci bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz: