Kızıldeniz’de Yeni Cephe: Stratejik Önem ve Trump’ın Husi Anlaşmasının Yansımaları

  • Anasayfa
  • Analizler
  • Kızıldeniz’de Yeni Cephe: Stratejik Önem ve Trump’ın Husi Anlaşmasının Yansımaları

Mayıs ayı başında Orta Doğu’daki çatışma coğrafyası beklenmedik bir şekilde genişledi. Yemen’deki İran destekli Husi isyancılarının fırlattığı bir balistik füze, Tel Aviv yakınlarındaki Ben Gurion Uluslararası Havalimanı’na isabet ederek birkaç sivili yaraladı ve günlerce süren uçuş iptalleriyle ciddi ekonomik zarara yol açtı. Bu saldırıya misilleme olarak 6 Mayıs’ta İsrail savaş uçakları Sana’daki (Yemen) uluslararası havalimanını bombalayarak tesisin kullanım dışı kalmasına neden oldu.

Yemen’den İsrail’e füzeler, İsrail’den Yemen’e bombalar şeklinde yaşanan bu çarpıcı Tel Aviv–Sana atışması, Gazze savaşıyla tetiklenen daha geniş bir vekâlet çatışmasının parçası olarak Kızıldeniz ve Arap Yarımadası’nı yeni bir cephe haline getirdi 2023 sonlarından beri tırmanan bu gerilim, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’i Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlara girişmeye sevk etti. Amaç, hayati önemdeki deniz yollarını güvenceye almak, İran’ın bölgesel nüfuzunu dizginlemek ve Gazze savaşının tetiklediği bu tehlikeli yeni cepheyi kontrol altına almaktı.

Husiler, Gazze’deki çatışmalara tepki olarak Kasım 2023’ten itibaren Kızıldeniz’de uluslararası gemileri ve zaman zaman İsrail’i hedef almaya başladıklarını duyurdu. Örgüt, saldırılarını İsrail’in Gazze operasyonunu durdurması şartına bağlayarak “Gazze’de kalıcı bir ateşkes sağlanana dek” bu “nitelikli vuruluşlara” devam edeceklerini ilan etti. Nitekim Ekim 2023’te ABD destroyeri USS Carney, Yemen açıklarında İsrail’e yöneldiği bildirilen Husi füzelerini ve İHA’larını engelledi; Kasım 2023’te Husiler bir İsrail bağlantılı yük gemisini (Galaxy Leader) Kızıldeniz’de kaçırdı ve Yemen’den Eilat kentine füze fırlatma girişiminde bulundu.

Bu gelişmeler, Washington’u Kızıldeniz’de çok uluslu bir deniz devriyesi koalisyonu kurmaya iterken (Aralık 2023), Ocak 2024’te ABD ve Birleşik Krallık Husi hedeflerine karşı hava saldırıları başlattı. Bu müdahaleler, çatışmanın Yemen dışına taşmasını engelleme ve deniz ticaretini koruma gerekçeleriyle yapıldı. İsrail de aynı dönemde Husi unsurlarını vurmaya başlayarak kendi topraklarına yönelen tehdidi bertaraf etmeye çalıştı. Şimdi, gelinen noktada Washington ile Husiler arasında beklenmedik bir ateşkes anlaşması sağlanmış durumda – bu gelişme ABD ve İsrail’in çıkarlarında bir ayrışmaya işaret edebilir. Makalenin devamında Kızıldeniz’deki çatışmanın stratejik önemini, ABD-İsrail ortaklığının nasıl bir kırılma yaşadığını ve bölgesel güvenlik açısından sonuçlarını ele alacağız.

Stratejik Önem: Kızıldeniz Neden Kritik?

Kızıldeniz ve onun güney ucundaki Babülmendep Boğazı, küresel ticaret için hayati bir koridor konumundadır. Dünya deniz ticaretinin yaklaşık %15’inin bu rotadan geçmesi, buradaki güvenliği sadece bölgesel değil küresel bir çıkar haline getiriyor. Özellikle Asya-Avrupa arasındaki enerji ve mal sevkiyatının kesintisiz sürmesi, ABD başta olmak üzere dünya ekonomisinin istikrarıyla yakından ilgili. Washington, uzun süredir kendini bu suyollarının güvenliğinden sorumlu görüyor. 2023 sonlarında peş peşe gelen Husi saldırıları, petrol fiyatlarında sıçramalara ve nakliye rotalarında aksamalara yol açarak alarm zillerini çaldı. Bunun üzerine ABD, bölgeye ek donanma unsurları sevk ederek 22 ülkeden oluşan bir deniz koalisyonu kurdu ve Babülmendep gibi dar geçitlerin açık kalacağı yönünde müttefiklerine ve piyasalara güvence vermeye çalıştı.

Amerikalı yetkililer, Husi krizinin yalnız İsrail’i veya bölge ülkelerini değil, doğrudan doğruya dünya ekonomisini hedef aldığını vurguladı. Gerçekten de Husi insansız hava araçları ve füzelerinin Amerikan savaş gemilerini de hedef alması (örneğin USS Masonve USS Carney olayları), Washington’un kendi askerî varlığını koruma ve Orta Doğu’da güvenlik garantörü olarak itibarını yeniden tesis etme motivasyonunu güçlendirdi. Biden yönetimi, Yemen iç savaşından çekilmeye çalışırken bir anda uluslararası normlara meydan okuyan (sivil gemileri vuran) bir İran destekli tehditle karşılaştı ve bölgedeki ortaklarına kritik çıkarlar tehlikeye girdiğinde harekete geçebileceğini gösterdi.

İsrail açısından da Kızıldeniz’in stratejik önemi tartışılmaz. Ülkenin güneydeki hayati deniz bağlantısı bu su yolu üzerinden sağlanıyor; Eilat Limanı Kızıldeniz’in kuzey ucunda yer alarak İsrail’i Hint Okyanusu’na ve Asya pazarlarına bağlıyor. Tarihsel olarak da İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı gibi çatışmalarda Eilat’ın deniz erişimini korumayı bir savaş nedeni saymıştı. Günümüzde İsrail, Körfez petrollerini Akdeniz’e taşımak için Eilat’tan geçen bir petrol boru hattı projesi dahi planlıyor – ki bu proje de bütünüyle Kızıldeniz’in güvenliğine bağlı. Dolayısıyla Yemen’de ortaya çıkan İran müttefiki bir gücün (Husiler), 1.600 km uzaktan İsrail topraklarını ve uluslararası gemileri vurma kapasitesine ulaşması, İsrailli stratejistler için tam anlamıyla kâbus senaryosu oldu. Bu durum, İsrail’in karşı karşıya kaldığı cephe sayısını fiilen üçe çıkarıyor: Lübnan/Suriye’deki Hizbullah cephesi, Irak üzerinden İran tehdidi ve şimdi de güneyde Yemen kaynaklı tehdit.

Husiler, menzili Eilat’a dek ulaşabilen yeni “Kudüs füzeleri” geliştirdiklerini öne sürerken, İsrail birkaç kez Arrow-3 uzun menzilli hava savunma sistemini kullanarak Kızıldeniz üzerinde Husi füzelerini vurmak zorunda kaldı. Bu nedenle İsrail, Yemen’deki Husi altyapısını vurmayı, sadece bir misilleme değil aynı zamanda İran’a da bir gözdağı olarak görüyor. İsrail Hava Kuvvetleri’nin Sana gibi uzak bir hedefi başarıyla vurabilmesi, İsrail’in caydırıcılık mesajını pekiştirdi: “Bizi tehdit eden hedef nerede olursa olsun ulaşabiliriz” mesajı, Tahran’a da hitap ediyor. Kısacası, Kızıldeniz güvenliği ABD ve İsrail’in çıkarlarının kesiştiği kritik bir konu haline gelmiş durumda. ABD deniz ticaretinin serbest akışını ve kendi askerlerinin güvenliğini sağlamak isterken, İsrail ulusal savunma çevresini genişletip güney hattını emniyete almak istiyor – ve her ikisi de İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlandırma hedefinde birleşiyor.

ABD-İsrail: Ortaklıkta Zirve ve Ayrışma

Husilere karşı yürütülen Kızıldeniz odaklı kampanya, başlangıçta Washington ile Tel Aviv’i aynı safta buluşturdu. ABD ve İsrail, 2024 boyunca fiilen omuz omuza hareket ederek Yemen’deki Husi üslerini, silah konvoylarını ve füze rampalarını hedef aldılar. Bu operasyonlar, İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında da örtük bir iş birliği zeminine oturdu: Bahreyn ve – yüksek perdeden dillendirilmese de – Suudi Arabistan gibi Körfez aktörleri, İran destekli bir milis gücünün zayıflatılmasını memnuniyetle karşıladı. İsrail ulusal güvenlik yetkilileri, Yemen’de Husi kapasitesine indirilen darbelerin dolaylı olarak Suudi Arabistan’ın güvenliğine de katkı sunduğunu, zira bu milisin geçmişte Riyad ve Abu Dabi’yi de hedef aldığını hatırlatıyordu. Nitekim Kızıldeniz krizi, son yıllarda şekillenen yeni bölgesel denklemle uyumluydu: İsrail ile bazı Sünni Arap devletleri, İran’ın vekil ağlarına karşı ortak çıkarları paylaştıklarını gördüler. Bir zamanlar İsrail ile Arap dünyasını ayıran bir sınır kabul edilen Kızıldeniz, artık ortak güvenlik çıkarlarının kesiştiği bir köprü işlevi görmeye başladı-. ABD’nin aktif desteğiyle, İsrail ve bölgedeki müttefikleri fiilen aynı cephede buluştu.

Ancak, 2025 baharında ibre önemli bir ayrışmaya döndü. ABD Başkanı Donald Trump göreve geldikten sonra Mart 2025’te Husi hedeflerine yönelik Amerikan hava saldırılarını yoğunlaştırdı, hatta Husileri terör örgütü listesine alma hazırlıklarına başladı. Fakat yaklaşık iki aylık bombardımanın ardından, Mayıs 2025’te Trump yönetimi sürpriz bir şekilde Husilerle ateşkes anlaşması yapıldığını duyurdu. Umman arabuluculuğunda sağlanan bu mutabakata göre ABD, Husilere yönelik tüm saldırılarını durduracak, buna karşılık Husiler de Kızıldeniz’deki Amerikan gemilerine saldırmayı kesecekti Trump, “Husiler artık gemilerimize saldırmayacaklarını söylediler, biz de onları bombalamayı derhal durduracağız” diyerek anlaşmayı kamuoyuna başarı olarak sundu. Ne var ki bu anlaşma, İsrail’i kapsam dışı bıraktı.

Umman’ın açıklamasında veya Trump’ın beyanında, Husilerin İsrail’e yönelik saldırıları konusu hiç geçmedi. Husi tarafı da hemen ertesi gün “anlaşma hiçbir şekilde İsrail’i kapsamıyor” diyerek, İsrail’e karşı eylemlerini sürdürmekte serbest olduklarını ilan etti. Nitekim aynı günlerde Husiler İsrail’e yönelik yeni İHA ve füze saldırıları düzenlediklerini duyurdular. Trump’ın ani ateşkes hamlesi, fiilen İsrail’i Yemen’deki Husi tehdidiyle tek başına bırakmış oldu. İsrail’de bu karar şaşkınlık ve endişeyle karşılandı. Tel Aviv’deki güvenlik çevreleri, ABD’nin bu adımını Washington’un önceliklerinin değiştiğine dair bir işaret olarak değerlendirdi. İsrailli bir analist, Trump’ın kararının “İsrail’i Husilere karşı yürütülen kampanyada yapayalnız bıraktığını” ve ABD yönetiminin “çıkarları İsrail’inkilerle örtüşmese bile kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye odaklandığını” gösterdiğini vurguladı. Gerçekten de Trump yönetimi, Husi tehdidinin ABD çıkarlarına dönük kısmını (yani deniz trafiğine ve Amerikan unsurlarına yönelik riskleri) bertaraf eder etmez, İsrail’in maruz kaldığı tehdidi ikinci plana itmiş görünüyordu. Bu durum, son yıllarda İran konusunda neredeyse tam bir uyum içinde hareket eden Washington-Tel Aviv hattında belirgin bir çıkar ayrışmasına işaret ediyor.

ABD’nin “Önce Amerika” yaklaşımıyla, Husi cephesi konusunda kendi yükünü hafifletmesi İsrail’i zor bir denklemle baş başa bıraktı: Husiler, Gazze’deki savaşı gerekçe göstererek İsrail’e saldırmaya devam edeceklerini duyurmuşken, artık ABD desteği olmadan bu tehdidi nasıl bertaraf edebilir? İsrail ordusu, Yemen’deki hedeflere tek taraflı hava harekâtlarını sürdürme kapasitesine sahip olsa da kapsamlı bir sonuç almakta zorlanabilir. Öte yandan, Trump yönetiminin bu hamlesi ABD’nin de elde ettiklerini tartışmalı kıldı. Zira Husi saldırıları zaten Ocak 2024’ten bu yana büyük ölçüde ticari gemileri hedef almaktan vazgeçip İsrail’e odaklanmıştı.

Washington’ın yoğun bombardımanı, Husileri masaya çekmiş olabilir; ancak yüz milyonlarca dolarlık askeri harcama ve Yemen’de can kayıpları sonrası varılan nokta, saldırıların kısmen durdurulmasından ibaret. Bu da akıllara “ABD, İsrail’i kenarda bırakan bu ateşkesle gerçekten kazançlı çıktı mı?” sorusunu getiriyor. Bazı gözlemcilere göre Husiler bu molayı güç toplamak için kullanabilir ve ileride hem İsrail’e hem de gerekirse tekrar ABD çıkarlarına saldırmak üzere hazır hale gelebilir. Öte yandan, Trump yönetiminin savunucuları ise Husilerin teslim olduğunu ve ABD caydırıcılığının tesis edildiğini savunuyor. Her halükârda, ABD-İsrail cephesindeki bu çatlak, iki ülkenin öncelikleri ayrıştığında nasıl farklı yollara sapabildiklerini gösteren çarpıcı bir örnek olarak kayda geçti.

Sonuç: Kızıldeniz Harekâtının Kazanımları ve Soru İşaretleri

Gazze’deki savaştan sıçrayan küçük bir kıvılcım, Kızıldeniz’den Tel Aviv semalarına uzanan kalıcı bir düşük yoğunluklu çatışmaya dönüştü. 2023 sonundan 2025 ortasına dek ABD ve İsrail’in Husilere karşı yürüttüğü kampanya, bir dizi önemli taktik başarı elde etti. Husilerin Yemen’deki füze rampaları, insansız hava aracı tesisleri, silah depoları ve hatta Sana Uluslararası Havalimanı gibi kritik altyapısı defalarca vuruldu ve faaliyetleri sekteye uğratıldı. Kızıldeniz’deki ticaret akışı büyük ölçüde korunabildi; onlarca füze ve deniz mayınına rağmen tek bir büyük ticari gemi batmadı. ABD öncülüğündeki kararlı yanıt sayesinde, küresel ticaretin daha kötü bir darbe almasının önüne geçildiği değerlendiriliyor. Aynı zamanda Washington ve müttefikleri, İran’a da net bir sınır çizmiş oldu: Gazze krizini bahane ederek Amerikan unsurlarına veya İsrail’e saldırı girişiminde bulunmanın sonuçsuz kalmayacağı, sözle değil doğrudan güçle gösterildi. Kısa vadede bu sert karşılık, Tahran’ın hesabını yapmakta olduğu benzeri hamleleri caydırmış olabilir.

Bununla birlikte, süregelen misilleme döngüsü önemli riskler barındırıyor. Şimdiye dek İran doğrudan çatışmaya girmekten kaçındı, ancak her yeni tırmanış – örneğin İsrail’in açıkça İran’ı suçlayıp tehdit etmesi – daha geniş bir bölgesel savaşı tetikleyebilecek yanlış hesaplara zemin hazırlıyor. Yemen’de insani durum ise endişe verici boyutlara ulaşıyor. Yoğun hava saldırılarında sivillerin öldüğü, elektrik santrali ve fabrikalar gibi temel altyapının vurulduğu bildiriliyor yılı aşkın süredir iç savaşla boğuşan Yemen halkı, şimdi bir de uluslararası cepheleşmenin bedelini ödüyor. Bu durum, ahlaki ve stratejik bir ikilemi beraberinde getiriyor: Husilere hava saldırılarıyla diz çöktürmek mümkün mü, yoksa tam tersine kin ve dirençlerini mi artırıyor?

Tarihsel deneyimler, ideolojik bir milis hareketinin sırf hava bombardımanıyla teslim alınamayacağını hatırlatıyor. Kendisini “haklı bir dava (Filistin) uğruna güçlü düşmanlara karşı hayatta kalma mücadelesi” verdiğine inandırmış bir hareket, dış darbeler karşısında daha da bilenebilir. Nitekim Husiler, asimetrik taktiklerle – bir İHA saldırısı, bir mayınlı bot – can yakmaya ve medya ilgisini canlı tutmaya devam edebileceklerini gösterdiler, konvansiyonel kapasiteleri zayıflasa bile.

Bu noktada ABD ve İsrail’i bekleyen sınav, güç kullanımı ile diplomasiyi doğru kalibre etmek. Askerî açıdan bakıldığında, iki ülke de Husilere ciddi darbe vurabilecek imkâna sahip olduklarını kanıtladı ve temel çıkarlarını korumayı başardılar. Ancak çatışma uzarsa, stratejiyi uyarlamaları gerekecek. Bu, Husi füze ve İHA tehdidini daha düşük maliyetlerle bertaraf edebilmek için savunma teknolojilerine (örneğin gemilere konuşlu lazer sistemleri veya elektronik harp kabiliyetleri) daha fazla yatırım yapmak anlamına gelebilir; zira ucuz bir drone’u milyon dolarlık füzelerle avlamak sürdürülebilir bir çözüm değil. Aynı zamanda, yaratıcı diplomasi yollarını da zorlamak gerekecek. Umman’ın arabuluculuğuyla Galaxy Leader gemisinin mürettebatının serbest bırakılması veya son ateşkes girişimi, diplomasinin işe yarayabileceğine dair işaretler verdi. Husilerin beyanları, kampanyalarının şarta bağlı olduğunu gösteriyor: Gazze’de savaş gerçekten biterse, Kızıldeniz’de saldırı için öne sürdükleri gerekçe de ortadan kalkacak. Demek ki bir cepheyi (İsrail-Filistin) yatıştırmak, bu yan cepheyi de söndürebilir. Washington ve Tel Aviv de biliyor ki Husi sorununa salt askerî bir çözüm yok – Yemen’e yeniden topyekûn bir müdahale düşünülmediğine göre. Muhtemel hedef, bir yandan Husilerin oluşturduğu tehdidi katlanılabilir bir seviyede tutmak (örneğin gemilere dönemsel refakat, savunma tedbirleriyle risk azaltma) ve diğer yandan Yemen’de siyasi uzlaşı ve İran’la gerilimi azaltma yönündeki büyük resim adımlarıyla ateşe tamamen su dökmek olmalı.

Şimdilik yürütülen Husi karşıtı operasyonlar, ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarını örtüşür biçimde pekiştirmiş görünüyor. İki müttefik, dünya ekonomisini bağlayan bir deniz koridorunda seyrüsefer serbestisini yeniden teyit etti; birbirleriyle (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı vasıtasıyla) ve Bahreyn ile (perde arkasından da olsa) Suudi Arabistan gibi bölgesel ortaklarla askerî koordinasyonlarını güçlendirdiler. Yine de tablo hala kırılgan. Mayıs 2025 itibarıyla İsrail, Gazze’de Hamas’la savaşırken eşzamanlı olarak Yemen’den gelen saldırılarla uğraşıyor; ABD ise Yemen’in iç savaşına doğrudan bulaşmamaya çalışırken Kızıldeniz’de alışılmadık ölçüde aktif bir konumda duruyor. Gazze’deki bir hamlenin Yemen’de karşı hamleyi tetiklediği bu vekâlet çatışması dinamikleri, Orta Doğu’daki fay hatları derinleştiği sürece başka cephelerde de nüksedebilir.

Son aylarda gördüğümüz tablo, yerel bir savaşın (Gazze) ne denli hızlı şekilde coğrafi olarak genişleyip Yemen kadar uzak bir aktörü bile içine çekebildiğini gösteren çarpıcı bir ders niteliğinde. Orta Doğu satranç tahtasında bir köşedeki hamlenin (Gazze) başka bir köşede (Yemen) karşı hamleyi davet edebildiği aşikâr. Bu nedenle Kızıldeniz’deki cephe, yalnız ilgili taraflarca değil küresel toplum tarafından da dikkatle izleniyor. Bir Körfez yetkilisinin dediği gibi, “Kızıldeniz’de seyrüsefer özgürlüğü uluslararası bir taleptir– yani Yemen açıklarında neler olacağı tüm dünya için önemli. ABD ve İsrail de – bölgedeki çoğu ülkenin zımni onayıyla – gerekirse sert güç kullanarak bu özgürlüğü savunmaya kararlı olduklarını gösterdiler. Bunun nihai olarak barış ve istikrara mı yoksa uzun soluklu bir bataklığa mı evrileceği ise, o sert gücün ne derece hikmetle kullanılacağına ve onu tamamlayacak diplomatik açılımlara bağlı olacak. Şu an için Kızıldeniz suları dalgalı ama geçilebilir durumda; bu da kararlı ancak kontrollü bir ABD-İsrail çabasının, azimli bir düşman karşısında dahi deniz yolunu açık ve güvenli tutabileceğine dair önemli bir sınav niteliğinde.

Yazar: Burak Can Çelik / Siyasi Analist

Leave A Comment

At vero eos et accusamus et iusto odio digni goikussimos ducimus qui to bonfo blanditiis praese. Ntium voluum deleniti atque.

Melbourne, Australia
(Sat - Thursday)
(10am - 05 pm)