Son dönemde yapılan objektif ve metodolojik açıdan güvenilir kamuoyu araştırmalarında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), oy oranını %40 seviyesine kadar yükseltmiştir. CHP’nin, İyi Parti ve Zafer Partisi gibi alternatif milliyetçi partilerin seçmen tabanından oy transferi gerçekleştirmesi durumunda, oy oranını %45–48 bandına taşıyarak tek başına %50+1’i zorlama ve iktidarı ciddi biçimde baskılama potansiyeline eriştiği görülmektedir.
Bununla birlikte, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sürece yaklaşımında yalnızca oy maksimizasyonuna odaklanan “taşra kurnazı” bir siyasetçi profili çizmek yerine, süreci destekleyen, hatta onu daha demokratik bir istikamete yönlendiren bir dinamo ve aynı zamanda sürecin risklerini üstlenen bir “paratoner” işlevi üstlenmiştir.
Türkiye’nin yaklaşık 44 yıldır kronikleşmiş bir toplumsal ve siyasal sorunu olan PKK meselesinin çözümünün, yalnızca örgüt ile devlet ve siyasi partiler arasında gerçekleştirilecek bir “mutabakat”tan ibaret olamayacak kadar karmaşık ve çok katmanlı bir mesele olduğu artık açık biçimde ortaya çıkmıştır.
“Barış” kavramı, esasen çatışan tarafların birbirine karşı “olağan” duruma geçmesini ifade eder; bu nedenle barış, yalnızca silahların susmasından ibaret olmayıp, kapsamlı bir toplumsal normalleşmeyi ve yeniden inşayı da kapsar. Tam da bu sebeple, içinde bulunduğumuz süreci “çatışmasızlık” olarak değil, hak ettiği biçimde “barış” olarak nitelendirmek gerekir.
Bu barış süreciyle birlikte, toplumsal uzlaşının sağlanacağı, yeni paradigmaların inşa edileceği ve yeni bir toplumsal düzenin kurulacağı öngörülmektedir. Bu yeni düzenin inşasında, Türkiye toplumunun yaklaşık %40’ını temsil eden ve ülkedeki iktidar karşıtı tüm toplumsal kesimlerin —kimi zaman umutla, kimi zaman ise zorunlu olarak— destek verdiği Cumhuriyet Halk Partisi’nin sürecin dışında kalması düşünülemez.
Bu bağlamda, sürecin iki merkezi aktörü olan Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın CHP’nin bu masada yer almasını özellikle önemsedikleri görülmektedir. Nitekim Bahçeli’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir komisyon kurulmasına ilişkin önerisi ve Özgür Özel’e yönelttiği olumlu mesajlar, Milliyetçi Hareket Partisi’nin dahi CHP’yi bu sürece dâhil etme iradesini ortaya koymaktadır.
Abdullah Öcalan’ın Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) bakışını, DEM Partisi milletvekili Cengiz Çandar’ın ifadelerinden öğrenmekteyiz:
“Abdullah Öcalan, Özgür Özel ve Sezgin Tanrıkulu ile görüşmek istiyor; çünkü CHP’yi çok önemsiyor.”
Bu ifade, Öcalan’ın Özgür Özel’i ve dolayısıyla CHP’yi sürecin önemli bir aktörü olarak gördüğünü açık biçimde ortaya koymaktadır.
Tüm bu bağlamlar göz önüne alındığında, toplumun yaklaşık %40’ını temsil eden bir siyasal aktörü dışlayan bir sürecin başarıya ulaşmasının ya da kalıcı ve güçlü etkiler yaratmasının son derece güç olduğu kabul edilmelidir. CHP, yalnızca temsil ettiği geniş toplumsal taban nedeniyle değil, aynı zamanda Türkiye’deki demokratik geleneğin tarihsel taşıyıcısı olarak, sürecin demokratikleşme boyutunu besleyen bir dinamo işlevi görmektedir.
Zira CHP’nin varlığı sayesinde, süreç yalnızca silahların sustuğu bir çatışmasızlık durumu değil, aynı zamanda demokratikleşmenin ve yeni bir toplumsal sözleşmenin inşasını hedefleyen bir düzleme taşınabilir.
Bu bağlamda, Özgür Özel’in Van’da düzenlenen ve sembolik anlamı oldukça güçlü olan mitingde sarf ettiği şu sözler sürecin demokratik nitelik kazanmasına yönelik iradeyi pekiştirmiştir:
“Biz barıştan yanayız. Kimse merak etmesin. Eğer bu iktidar şahsi çıkarı için bu milletin barış taleplerini heba ederse, biz buradayız.”
Sonuç olarak, barış, yalnızca askeri bir çatışmayı sona erdirmekten ibaret değildir; toplumun vicdanında ortak bir mutabakat tesis etmek anlamına gelmektedir. Ve bu mutabakatın altında CHP’nin imzası bulunmadığı sürece, barış daima eksik kalacaktır.
CHP, kendisinden beklendiği anda masaya oturduğunda, yalnızca geniş toplumsal temsiliyeti nedeniyle değil; demokratikleşmenin kurumsal ve doktrinel güvencesi olarak sürecin teminatıdır.
Bağlamdan bir parantez açarak Türkiye siyasetinin seyrine dair bir gözlemde bulunmak gerekir.
Türkiye siyaseti uzun süredir iki paralel hat üzerinde ilerlemektedir: bir yanda barış ve çözüm girişimleri, diğer yanda ise muhalefete yönelik artan baskı ve kuşatma. Ahmet Özer’in tutuklanmasıyla başlayan ve Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla doruğa ulaşan CHP’ye yönelik rejim kuşatması, bir “beka” söylemi üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa siyaset, tarihsel olarak yalnızca çatışmaların değil, aynı zamanda pazarlıkların, karşılıklı taviz ve dengelerin sanatıdır.
Bu çerçevede, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in günümüzde üstlendiği rol, yalnızca demokratik bir sorumluluk değil, aynı zamanda stratejik bir manevra olarak anlam kazanmaktadır.
22 Ekim’de başlayan yeni çözüm süreci, salt bir barış girişimi olmanın ötesinde, Türkiye siyasetinde yeni bir güç mimarisi kurma teşebbüsü olarak okunmalıdır. Bu mimaride CHP’nin rolü, yalnızca sahip olduğu sayısal büyüklükten değil, temsil ettiği toplumsal meşruiyetten kaynaklanan belirleyici bir nitelik taşımaktadır.
Daha önce de vurguladığımız üzere, CHP bu süreçte bir “paratoner” işlevi görmektedir: yaklaşık %40’lık geniş bir seçmen kitlesini temsil eden CHP, sürece destek vererek bu kitlenin içinde doğabilecek öfke, direniş ve toplumsal çatışma potansiyelini kendi üzerine çekmekte ve etkisizleştirmektedir. Böylece barış sürecinin toplumsal zemini sarsılmadan korunabilmektedir.
Özgür Özel’in sürece karşı çıkmak yerine destek vermesi, yalnızca demokratik bir olgunluğun tezahürü değil, aynı zamanda CHP’ye yönelik rejim kuşatmasını kırabilecek stratejik bir pozisyon alış olarak değerlendirilebilir. Zira bu destek sayesinde CHP, barışın karşıtı değil, onun teminatı konumuna geçmekte ve iktidarın yürütmek istediği bir sürecin aktörü olarak kendine manevra alanı açma potansiyeli yaratmaktadır.
Bu strateji, bir yandan parti üzerindeki baskı mekanizmalarını nötralize ederken, diğer yandan CHP’yi yeniden Türkiye’nin demokratik vicdanı olarak konumlandırmaktadır.
Sonuç olarak, siyaset, özünde karşılıklı tavizlerin, pazarlıkların ve meşruiyet arayışlarının sanatıdır. Barış sürecine olumlu yaklaşarak Özgür Özel, hem rejimin baskılarını kıracak bir manevra alanı yaratmakta hem de demokratikleşmenin ön koşulu olan toplumsal mutabakatın inşasına katkı sunmaktadır.
Böylece CHP, yalnızca kendi üzerindeki kuşatmayı bertaraf eden değil, aynı zamanda barış sürecini demokratikleştiren ve ona toplumsal meşruiyet kazandıran kurucu bir aktör olarak tarihe geçme potansiyeli taşımaktadır
Paratonerlik meselesini biraz daha açmak gerekirse, Türkiye’deki her barış girişiminin önündeki en büyük riskin toplumsal meşruiyet krizi olduğu açıktır. Barış, yalnızca savaşan tarafların silah bırakmalarıyla değil, toplumun geniş kesimlerinin bu barışı içselleştirmesiyle mümkün hâle gelir. Dolayısıyla barış, esasen yalnızca askerî veya siyasî bir mesele değil; aynı zamanda bir toplumsal psikoloji ve meşruiyet sorunudur.
Bugün Türkiye’de yeniden başlatılan barış süreci, yalnızca İmralı ile Ankara arasında yürüyen bir pazarlık olarak değil, en az onlar kadar toplumun sokaklarında, meydanlarında ve zihinlerinde cereyan eden bir toplumsal süreç olarak değerlendirilmektedir. İşte tam da bu bağlamda, CHP’nin işlevi belirleyici bir önem kazanmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi, bu süreçte bir “paratoner” işlevi görmektedir.
Barış süreci, Türkiye’nin toplumsal atmosferinde bir yıldırım gibi çakabilir; yanlış yönetildiğinde, geniş toplumsal kesimlerde öfke, korku ve milliyetçi refleksleri tetikleyerek sürecin meşruiyet zeminini çökertme potansiyeline sahiptir. Yaklaşık %40’lık bir seçmen kitlesine hitap eden CHP, bu yıldırımı kendi üzerine çekerek sürecin başarısına katkı sağlamakta, toplumsal zeminde oluşabilecek tepkileri absorbe etmektedir.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in sürece karşı olumlu bir tutum sergilemesi, yalnızca diplomatik bir nezaket değil; demokratik bir olgunluk ve stratejik bir siyasal aklın ürünüdür. Özel, süreci doğrudan hedef almak yerine olumlu bir yaklaşım sergileyerek, CHP’nin temsil ettiği %40’lık toplumsal kitlenin öfke ve direnişinin sahaya ve müzakere masasına yansımasını engellemektedir. Böylece sürecin akamete uğrama ihtimalini kendi üzerinde toplayıp etkisizleştirmekte ve en büyük risk olan meşruiyet krizini bertaraf etmektedir.
Paratoner, yıldırımı toprağa akıtarak binayı korur. CHP de aynı şekilde, sürecin doğurduğu gerilimleri demokratik kanallar üzerinden toplumsal zemine zarar vermeden “toprağa” akıtarak barış sürecinin toplumsal bir hikâyeye dönüşmesine imkân sağlamaktadır.
Bu işlev yalnızca siyasî değil, aynı zamanda tarihsel bir işlevdir. Cumhuriyetin kurucu partisi olarak CHP, Türkiye’de hem devletin otoritesini hem de toplumun vicdanını aynı anda temsil edebilen ender bir aktördür. Onun yokluğunda barış süreci, ya elitler arası bir hesaplaşmaya indirgenecek ya da toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirecektir.
Özgür Özel’in Van mitingindeki şu vurgusu da bu işlevin altını çizer niteliktedir: CHP, barışın yalnızca bir ihtimal değil, bir demokratik hak olarak görülmesini sağlayacak; sürecin doğurduğu yıldırımları kendi üzerine çekerek Türkiye’yi yakmadan barışı mümkün kılacaktır.
Barış, bir toplumun geleceğe dair yeni bir sözleşmesi olarak okunmalıdır. Ve bu sözleşmenin meşruiyetini sağlayan yalnızca müzakere masasında oturan tarafların uzlaşması değil; yıldırımları demokratik biçimde toprağa akıtan ve toplumsal gerilimi soğuran bir “paratoner”in varlığıdır.
Ve o paratonerin adı, şüphesiz, CHP’dir.
Tüm bu çerçevede, şu tarihsel ve siyasal gerçeklik berrak biçimde ortaya çıkmaktadır: CHP olmadan barış süreci mümkün değildir. Öte yandan, barış süreci de CHP’nin üzerinde kurulan baskıları kırmak için önemli bir fırsat olarak değerlendirilebilir.
Yazar: Emir Berke Yaşar / Bağımsız Araştırmacı