Suriye iç savaşının on dördüncü yılı geride kalırken, 2025 itibarıyla ülkede güç dengeleri dramatik biçimde değişmiştir. Beşşar Esad’ın iktidarı ani bir şekilde sona ermiş; yerine Ahmed eş-Şara liderliğinde geçiş sürecini yöneten yeni bir hükümet kurulmuştur. Bu yeni siyasi gerçeklikte, yıllardır süregelen cepheleşmeler ve çatışma dinamikleri yerini diplomasi ve yeniden yapılanma çabalarına bırakmaya başlamıştır. Bölgedeki tüm aktörler – Türkiye, ABD, Rusya, İran, Avrupa ve Körfez ülkeleri – Suriye’deki bu köklü değişime pozisyon alarak yanıt vermektedir. Aşağıda, Suriye’de yeni hükümetin içyapısı ve vizyonundan başlayarak Esad rejiminin sona eriş süreci, PKK’nın silah bırakma kararının yansımaları, Türkiye-YPG ilişkilerindeki dönüşüm, ABD’nin güncellenen stratejisi, Rusya, İran, AB ve Körfez ülkelerinin tutumları ve ülkedeki insani durum ile mültecilerin geri dönüşü başlıkları altında yeni dönemin kapsamlı bir analizi sunulmaktadır.
Ahmed eş-Şara Liderliğinde Yeni Suriye Hükûmeti
Ahmed eş-Şara, 2025 başlarında Şam’daki başkanlık sarayında geçiş dönemi cumhurbaşkanı sıfatıyla düzenlenen bir röportaj sırasında.
Suriye’de Esad sonrası kurulan geçiş hükümetinin başında, aslen Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri olarak bilinen Ahmed eş-Şara (Ebu Muhammed el-Cevlani) bulunmaktadır. Ocak 2025’te “geçici cumhurbaşkanı” ilan edilen Şara, ülkenin farklı kesimlerini temsil edecek geniş tabanlı bir kabine kurma sözü vermiştir. Nitekim Mart 2025’te açıklanan yeni geçiş hükümeti, on yıllardır Baas rejimi altında dışlanan azınlıklara da yer verme çabasıyla oluşturulmuştur. Kabinede ilk kez bir Alevi bakan (Yarub Bedr, Ulaştırma Bakanı), bir Dürzi bakan (Amcad Bedr, Tarım Bakanı) ve uzun süre muhalefette yer almış bir Hristiyan kadın (Hind Kabavat, Sosyal İşler Bakanı) görev almıştır. Bu adımlar, Suriye’nin etnik ve dinsel çeşitliliğini yansıtarak yeni yönetimin meşruiyetini artırma çabasının göstergesi sayılmaktadır. Ahmed eş-Şara da Sünni-İslamcı kimliğine rağmen kapsayıcı bir söylem benimseyerek ulusal birlik vurgusu yapmaktadır.
Yeni hükümet uluslararası alanda temkinli bir iyimserlikle karşılanmıştır. Esad’ın devrilmesinde rol oynayan güçlerin desteğini alan yönetim, özellikle Batı ve Arap ülkelerinin tanıma koşullarını karşılamaya çalışmaktadır. Başta ABD ve Avrupa Birliği, HTŞ geçmişi nedeniyle yeni liderliği temkinle izlese de, “eylemlerine göre yargılama” prensibini benimsemişlerdir; Washington ve Brüksel, Şam’daki yeni otoritenin sivil halkı koruması, terörle mücadeleye bağlı kalması ve demokratik bir geçiş planına sadık kalması halinde ilişki kurulabileceğini belirtmiştir. Bu çerçevede yeni hükümet, göreve gelir gelmez bazı kritik adımlar attı: genel af ilan ederek Esad rejimi döneminde zorla silah altına alınan gençleri suçlamalardan muaf tuttu, Esad’ın Baas Partisi’nin kontrolündeki parlamentoyu feshetti ve bütün milis grupların silah bırakarak devlet ordusuna entegre olacağını duyurdu. Ayrıca tüm mezhep ve azınlık gruplarının korunacağıtaahhüdü verildi. Bu politikalar, hem iç barışı tesis etmeyi hem de dünyaya yeni yönetimin sorumlu bir geçiş otoritesi olduğu mesajını vermeyi amaçlamaktadır.
Uluslararası tanınma konusunda Arap dünyası ve Batı arasında kademeli bir yumuşama gözleniyor. 2023’te Arap Birliği’ne geri kabul edilen Suriye’nin koltuğu, artık Esad yerine Ahmed eş-Şara yönetimine geçmiş durumdadır. Körfez ülkeleri ve komşular, İran nüfuzunun azalmasından memnun oldukları için yeni hükümete temasta isteklidir. Birleşik Krallık Temmuz 2025’te yeni hükümeti resmen tanıyarak Şam’a dışişleri bakanı düzeyinde ziyaret gerçekleştirmiş; AB ülkeleri de benzer şekilde diplomatik ilişkileri yeniden tesis etmeye başlamıştır. ABD yönetimi ise HTŞ geçmişi nedeniyle ilk etapta temkinli dursa da, geçiş yönetiminin terörle mücadele ve siyasi çözüm konularındaki taahhütleri sayesinde 2025 ortalarında HTŞ’yi yabancı terör örgütü listesinden çıkarmıştır Bununla birlikte Batı dünyası yeni hükümeti koşullu olarak desteklemekte; azınlık haklarının korunması, insani yardımların ulaşması ve eski rejimin savaş suçlarında adaletin sağlanması gibi konularda baskı uygulamaktadır. Ahmed eş-Şara liderliğindeki hükümet, önündeki 5 yıllık geçiş sürecinde bir geçici anayasal deklarasyon yayımlayarak İslam hukukunu yasaların temeli ilan etmiş, fakat aynı zamanda kadın hakları ve ifade özgürlüğünü güvence altına alacağını duyurmuştur. Bu denge siyaseti, yeni yönetimin hem kendi tabanını konsolide etme hem de uluslararası toplumun desteğini kazanma çabasını yansıtmaktadır.
Esad Rejiminin Sonu: Çöküş Süreci ve Aktörlerin Rolleri
Beşşar Esad rejimi, 2011’den beri devam eden iç savaşın ardından 2024 yılının Aralık ayında ani bir çöküşle sona erdi. Ülkenin kuzeybatısında yıllardır direnç odağı oluşturan HTŞ önderliğindeki muhalif güçler, Türkiye’nin dolaylı desteğini de arkalarına alarak Şam üzerine bir yıldırım harekâtı düzenledi ve şaşırtıcı bir hızla başkenti ve kritik bölgeleri ele geçirdi. Rejimin askeri hatları günler içinde dağıldı; Aralık 2024’te Şam’ın düşmesiyle birlikte Esad yönetimi fiilen ortadan kalktı. Bu gelişme Ortadoğu’da deprem etkisi yaratarak on yılı aşkın süredir süren savaşın gidişatını kökten değiştirdi. Esad’ın düşüşünde iç ve dış birçok etken rol oynadı: Sene boyunca ülke geneline yayılan ekonomik çöküş ve güneyde (özellikle Süveyda’daki Dürzi bölgesinde) yeniden alevlenen halk protestoları rejimin toplumsal tabanını zayıflatmıştı. Cephe gerisinde muhalif gruplar arası koordinasyon arttı; daha önce birbirinden kopuk hareket eden Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) ile HTŞ arasında, çıkarların ortaklaşmasıyla, Esad’a karşı örtük bir iş birliği zemini oluştu. Ayrıca, Kasım 2024’te Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda YPG/SDG kontrolündeki alanlara yönelik başlattığı operasyonlar rejimin o bölgelere güç kaydırmasına yol açarak İdlib cephesini zayıflattı. Tüm bunlar, HTŞ’nin Dera’dan Halep’e uzanan bir hatta hızlı ilerlemesini kolaylaştırdı.
Rejimin çöküşünde dış aktörlerin tutum değişiklikleri belirleyici oldu. Rusya, 2015’ten beri Esad’ın en büyük hamisiydi; ancak Ukrayna’daki savaşın getirdiği yük ve uluslararası izolasyon, Moskova’nın Şam’a askeri desteğini son aylarda sınırlamasına yol açtı. Nitekim 2024 sonunda Rus güçlerinin Suriye içinde bazı kritik bölgelerden çekildiğirapor edildi. Rus hava korumasının azalması, muhaliflerin ilerleyişini hızlandırdı. İran ve bağlı Şii milisler (Hizbullah dâhil) ise Esad’ı savunmak için son ana dek çatışmaya girdiyse de, cephelerin çökmesiyle geri çekilmek zorunda kaldılar. İran’ın Suriye’de kurduğu etki ağı, özellikle İsrail’in de fırsattan istifade 2024 sonu ve 2025 başında Hizbullah ve İran hedeflerine yoğun hava saldırıları düzenlemesiyle darbe aldı. Sonuç olarak İran için stratejik bir yenilgi olarak görülen Esad rejiminin düşüşü, Tahran’ın “direniş ekseni”nin kilit bir halkasını kaybetmesi anlamına geliyordu. Öte yandan ABD ve Batılı ülkeler, sahada doğrudan müdahil olmadan, diplomatik ve ekonomik araçlarla (örneğin Caesar yaptırımları) rejimi yıllarca baskı altında tutmuştu. Esad’ın devrilmesiyle bu stratejinin dolaylı da olsa hedefine ulaştığını gören Batı, yeni döneme hazır olmak üzere Suriye muhalefetiyle temaslarını artırdı.
Esad rejiminin son bulmasında bölgesel dengeler de rol oynadı. Uzun yıllar Suriye muhalefetini destekleyen Türkiye, analistlere göre Esad’ın düşüşünün en büyük kazananı oldu. Ankara, 2022-23’te Esad’la normalleşmek için girişimlerde bulunsa da rejimin taleplerini (Türk askerinin çekilmesi gibi) kabul etmemiş ve elini güçlü tutmuştu. Şimdi muhalefetin zaferiyle birlikte Türkiye, yıllardır barındırdığı milyonlarca mültecinin geri dönüşü ve Suriye’de nüfuz alanlarını koruma fırsatı yakaladı. Rusya, her ne kadar müttefikini kaybetmiş olsa da tamamen dışlanmamak için Suriye’nin yeni yönetimiyle diyalog kanallarını açık tutmaya çalışıyor. HTŞ kökenli savunma bakanı, Rusya’ya Tartus deniz üssü gibi bazı stratejik askerî varlıklarını koruyabileceğimesajını vererek Moskova’yı yeni düzene razı etmeye uğraştı. Bu, Rusya’nın Akdeniz’deki nüfuzunu tamamen yitirmesini önlemeye yönelik bir hamle olarak görülebilir. ABD ve Avrupa ise Esad sonrasındaki bu geçişi bölgedeki İran etkisini sınırlamak ve demokrasiye geçişi desteklemek için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Sonuç olarak, Esad’ın gitmesiyle Suriye’de uzun süre sonra ilk kez yeni bir politik düzen kurmaihtimali belirmiş, iç ve dış aktörler bu düzenin kendi çıkarlarına uygun şekillenmesi için pozisyon almaya başlamışlardır.
PKK’nın Silah Bırakma Kararı ve Bölgesel Etkileri
Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Türkiye’ye karşı 40 yılı aşkın süredir yürüttüğü silahlı isyana 2025 yılında son verme kararı alarak bölge dengelerini değiştiren tarihi bir adım attı. Örgütün lider kadrosu Mayıs 2025’te gerçekleştirilen 12. Kongre’de PKK’nın tüm silahlı faaliyetlerini sona erdirip kendini feshedeceğini ilan etti. Bu kararın ardında, uzun süredir İmralı’da tutuklu bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Şubat 2025’te yaptığı “silahlı mücadeleyi bitirme” çağrısı yatmaktadır. Örgüt, Öcalan’ın çağrısına cevaben çatışma dönemini kapatarak “demokratik siyaset ve hukuk zeminine geçiş” yapacağını duyurdu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, PKK’nın silah bırakma kararını memnuniyetle karşılayarak bunun “Terörsüz Türkiye” hedefi yolunda kritik bir eşik olduğunu vurguladı. Erdoğan kararın ardından yaptığı açıklamada “Terör ve şiddetin tamamen devre dışı kalmasıyla her alanda yeni bir dönemin kapıları açılacak” diyerek gelişmeyi tarihi bir kazanım olarak nitelendirdi. Ankara, PKK’nın söz verdiği şekilde kendini feshedip silahlarını teslim etmesini yakından takip edeceğini, güvenlik birimlerinin “sürecin kazasız ilerlemesi ve verilen sözlerin tutulması” için teyakkuzda olacağını bildirdi Nitekim MİT ve ilgili güvenlik birimleri, PKK militanlarının silah bırakma sürecini denetlemek üzere Irak’ın kuzeyinde ve diğer bölgelerde faaliyetlerini artırmış durumdadır.
PKK’nın silah bırakması, Türkiye ve bölge ülkelerinde ihtiyatlı bir iyimserlik yaratmıştır. Öncelikle bu adım, Türkiye’nin iç barışı ve güvenliği açısından son derece önemlidir. 1984’ten bu yana 40 binden fazla cana mal olan çatışmanın bitmesi, Türkiye’nin güneydoğusunda ekonomik ve sosyal normalleşmenin önünü açabilir. Ankara, PKK’nın tasfiyesinin ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarına katkı sunacağını, demokratik reformlar için daha elverişli bir ortam sağlayacağını dile getirmektedir. Nitekim hükümet yetkilileri, çatışma döneminin sona ermesiyle birlikte yıllardır ihmal edilen Kürt vatandaşların yoğun yaşadığı bölgelerde kalkınma hamlelerinin hız kazanacağını belirtmiştir Bununla birlikte Ankara, barışın kalıcı olması için PKK kadrolarının güvenli şekilde silah bırakması, yasal çerçevenin oluşturulması ve gerekirse topluma kazandırma adımları üzerinde çalışıldığını da vurgulamaktadır
PKK’nın kararı bölgesel düzlemde de zincirleme etkilere yol açmıştır. Suriye cephesi bunların başında geliyor. PKK’nın Suriye kolu olarak görülen YPG’nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), yıllardır ABD’nin IŞİD’le mücadelede müttefiki olsa da Türkiye’yle gerilim içindeydi. Esad’ın devrilmesi ve Suriye’de yeni bir düzen kurulmasıyla birlikte SDG, Şam’la uzlaşma baskısı hissetmeye başladı. Washington ve Ankara da Suriye Kürt güçlerinin yeni hükümete entegre olmasını ortak bir hedef olarak dile getirdiler. PKK’nın silah bırakma kararı, Suriye’de YPG/SDG’nin de silahlı mücadeleyi sonlandırıp Şam’la anlaşması yönündeki beklentileri artırdı. Her ne kadar YPG sözcüleri Öcalan’ın çağrısının kendilerini bağlamadığını ifade ederek hemen silah bırakmaya yanaşmasalar da, PKK’nın sahneden çekilmesiyle Suriye Kürtlerinin yalnızlaştığı ve güvenliklerinin ancak Şam’la entegrasyonla sağlanabileceği fikri güç kazandı. Nitekim Ahmed eş-Şara liderliği, Kürt bölgelerinin “özgürlüğüne kavuşması” gerektiğini söyleyerek PKK ile sıradan Kürt halkı arasında ayrım yaptığını, yani PKK unsurlarının tasfiyesi koşuluyla Kürt toplumunun yeni düzende yer alabileceğini ima etti. Suriye geçiş hükümeti, ülke içinde tek bir silahlı güç olacağını ilan ettiğinden, SDG’nin özerk bir silahlı yapılanma olarak devamı uzun vadede mümkün görünmüyor. Dolayısıyla PKK’nın silahsızlanması, Suriye’nin kuzeydoğusunda otoritenin yeniden tesisini kolaylaştırabilecek önemli bir adım olarak değerlendiriliyor
Bölgenin bir diğer kritik ülkesi Irak’ta da PKK’nın kararı yankı buldu. Örgütün karargâhının bulunduğu Irak’ın kuzeyindeki Kandil ve çevresinde, son yıllarda Türk ordusunun operasyonlarıyla PKK ciddi kayıplar veriyordu. PKK’nın Türkiye’ye karşı silah bırakması, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkilerde de önemli bir pürüzün ortadan kalkması anlamına geliyor. Erbil yönetimi, kendi otoritesini zayıflatan PKK varlığından rahatsızdı; şimdi bu alanlarda kontrolü tamamen sağlama imkânına kavuşabilir. Öte yandan İran sınırında faaliyet gösteren PJAK (İran Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) isimli PKK bağlantılı örgüt, PKK’nın aksine silah bırakmayacağını açıklasa da, bölgesel düzeyde genel eğilim Kürt silahlı hareketlerinin gerilemesi yönündedir. Sonuç olarak PKK’nın silahları susturma kararı, Türkiye, Suriye, Irak üçgeninde yeni bir güvenlik iklimi yaratma potansiyeline sahiptir. Bu sürecin başarısı, hem Türk hükümetinin Kürt vatandaşlarına yönelik demokratik adımlarıyla hem de Suriye’de Kürtlerin haklarının yeni yönetimce tanınmasıyla yakından ilişkili olacaktır. Zorlu müzakereler ve dikkatli uygulama gerektiren bir süreç başlasa da, bölge halkları ilk kez on yıllar sonra kalıcı barış umuduna kapı aralandığını belirtmektedir.
Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” Stratejisi ve Suriye ile İlişkiler
Türkiye, Suriye’deki iç savaş boyunca izlediği güvenlik politikasını, 2025’te oluşan yeni şartlara uyarlayarak “Terörsüz Türkiye” hedefine odaklanmış durumdadır. PKK’nın silah bırakma kararı Ankara için tarihi bir fırsat yaratmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “terör belasının sona ermesi” ile Türkiye yeni bir döneme geçmektedir Bu stratejinin temelinde, Türkiye’nin sınırları içinde ve sınır ötesinde kendine tehdit olarak gördüğü hiçbir silahlı yapının kalmaması yatıyor. PKK’nın feshi yönünde adımlar atılırken, Türk güvenlik birimleri süreci yakından izleyip olası radikal kırılmalara karşı tetikte durmaktadır MİT, PKK kadrolarının Türkiye’ye sızma ihtimaline veya örgütün silah bırakma sözünü ihlal etmesine karşı hem yurt içinde hem Irak Sincar ve Kandil bölgelerinde yoğun istihbarat çalışması yürütmektedir. Erdoğan hükümeti, içeride terörün bitmesiyle birlikte uzun vadede OHAL uygulamalarının kaldırılabileceği, bölgeye daha fazla kamu yatırımı yapılabileceği ve Kürt meselesinin demokrasi içinde çözüme kavuşabileceği mesajlarını vermiştir. Gerçekten de “Terörsüz Türkiye” söylemi, bir yandan güçlü bir güvenlik duruşunu (teröre taviz vermeme) yansıtmakla birlikte öte yandan çatışma dönemi bittiğinde ülkenin birlik ve beraberlik içinde kalkınacağı vaadini de içermektedir.
Suriye boyutu, Türkiye’nin yeni güvenlik stratejisinde merkezi bir yere sahiptir. Ankara, uzun yıllardır Suriye kuzeyindeki YPG varlığını milli güvenliğine birincil tehdit sayıyordu. 2025’e gelindiğinde koşullar Türkiye lehine değişmiş durumdadır: ABD ve Rusya’nın denge politikaları nedeniyle sahada varlığını sürdüren YPG/SDG, artık hamisi Esad rejiminin de düşmesiyle yalnız kalmıştır. Türkiye, baştan beri ısrar ettiği “sınırın ötesinde PKK bağlantılı unsur istemiyoruz” tezini şimdi yeni Şam yönetimiyle daha rahat masaya koyabilmektedir. Nitekim Ahmed eş-Şara liderliği de Türkiye ile ilişkileri normalleştirmek istediğinden, SDG’ye ayrı bir statü tanımaya soğuk bakmaktadır. Mart 2025’te SDG’nin, yeni kurulan geçiş otoritesine katılmak üzere ilkesel bir anlaşmaya vardığı duyurulmuştur. Bu anlaşma, SDG’nin elindeki bölgelerin kademeli olarak Şam yönetimine devredilmesini ve SDG kadrolarının Suriye ulusal ordusuna entegre edilmesini öngörmektedir (entegrasyonun takvimi ve şartları konusunda görüşmeler sürmektedir). Böylece Türkiye’nin yıllardır talep ettiği YPG’nin etkisizleştirilmesi hedefine Şam ile iş birliği içinde ulaşılması söz konusudur. Ankara, bu sürecin başarıyla yürümesi halinde Fırat’ın doğusunda yeni bir tek taraflı askerî harekâta gerek kalmayacağını ima etmiştir. Zira Türkiye, ABD askerî varlığı çekildikten sonra YPG’ye karşı kapsamlı operasyon planları yapmış, ancak şimdi siyasi çözüm ihtimali belirmiştir.
Türkiye ile Suriye’nin yeni yönetimi arasında diplomatik ilişkiler de hızla gelişmektedir. Esad döneminde kopma noktasına gelen Ankara-Şam hattı, Ahmed eş-Şara döneminde yeniden tesis edilme yolundadır. Türkiye, Suriye muhalefetini yıllarca desteklemesinin getirisi olarak yeni hükümet üzerinde ciddi bir nüfuza sahiptir. Analistler, Esad’ın düşüşüyle en kazançlı çıkan dış aktörün Türkiye olduğunu vurguluyor; zira Ankara on yılı aşkın süredir ilk kez kendisine dostane bir yönetimi komşu olarak bulmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçiş hükümetini tanımakta gecikmedi ve ilk temaslarda sınır güvenliği, terörle ortak mücadele ve mültecilerin dönüşü konularını öncelikli gündem yaptı. Türkiye Milli Savunma Bakanlığı yetkilileri, gerekli olduğu takdirde Suriye ordusunun yeniden yapılandırılması ve eğitimi konusunda destek vermeye hazır olduklarınıaçıkladı. Bu teklif, Türkiye’nin Suriye’nin istikrarına yatırım yapmaya istekli olduğunun göstergesidir. İki taraf arasındaki en önemli pazarlık konularından biri Türkiye’nin Suriye’de kontrol ettiği (SMO aracılığıyla yönettiği) Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı bölgelerinin akıbetidir. Türkiye bu bölgelerde oluşturduğu güvenlik kuşağını, YPG tehdidi tamamen ortadan kalkana dek korumak niyetinde. Ancak geçiş hükümeti, ülke topraklarında yabancı askeri varlık istemediğini prensipte dile getiriyor. Taraflar, aşamalı bir yaklaşım üzerinde durmaktadır: Buna göre önce YPG unsurları tamamen tasfiye edilecek, ardından Türkiye belirli takvim çerçevesinde askerlerini çekerek bu bölgeleri yeni Suriye ordusuna devredecek. Bu süreç boyunca Rusya’nın da garantör sıfatıyla devrede olması bekleniyor.
Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” politikası, içeride PKK ile çatışmanın son bulması ve dışarıda Suriye kaynaklı terör risklerinin giderilmesi sayesinde büyük ölçüde karşılık bulmuş görünüyor. Güvenlik riski azaldıkça Ankara, yıllardır öncelik verdiği savunma harekâtlarından ziyade diplomasi ve iş birliğine yönelme sinyalleri veriyor. Örneğin, 2025 ortasında Türkiye-Suriye sınırında devriyelerin ilk kez ortaklaşa yapılması, iki ülke güvenlik güçlerinin uzun süre sonra yan yana çalışmaya başlaması anlamına geliyor. Ayrıca Türkiye, Suriye’de istikrar pekiştikçe barındırdığı Suriyeli mültecilerin önemli bir bölümünü geri göndermeyi planlıyor (Türkiye’de halen yaklaşık 2,9 milyon kayıtlı Suriyeli mülteci bulunuyor). Bu dönüşüm, Türkiye’nin iç politikasında da yankı buluyor: Muhalefet ve iktidar çevreleri, “terörsüz” bir ortamda demokrasi ve hukuk reformlarına odaklanılması gerektiğini tartışmaya başladı. Özetle, Ankara’nın güvenlik paradigması 2025 itibarıyla somut kazanımlarla sonuçlandı; şimdi Türkiye, güney komşusuyla barış ve iş birliği içinde, terör tehdidinin gölgesinden çıkmış bir gelecek inşa etmeyi hedefliyor.
ABD’nin Yeni Yaklaşımı: Suriye’deki Varlığı, YPG/SDG İlişkileri ve Yeni Hükümete Bakışı
Esad sonrası dönemde ABD’nin Suriye politikası da önemli ölçüde yeniden şekillenmektedir. Washington, Suriye iç savaşında uzun süre sınırlı ama kritik bir rol oynadı; sahada yaklaşık 900-1000 askerle (çoğu SDG kontrolündeki kuzeydoğu bölgelerinde ve El-Tanf üssünde) varlık gösterip önceliğini IŞİD’le mücadeleye vermişti. 2025’e gelindiğinde ABD, esasen terörle mücadele ve istikrarı koruma misyonunu sürdürmekle birlikte, sahadaki yeni realiteye uyum sağlıyor. Öncelikle Amerikan askerî varlığının boyutu tartışma konusu oldu: 2024 sonundaki seçimler sonucu işbaşına gelen yeni ABD yönetimi, Suriye’deki kuvvet sayısını yarıya indirme niyetini açıkladı. Nitekim 2000 civarında olan Amerikan askeri mevcudunun 2025 ortasında kademeli olarak ~1000 seviyesine düşürülmesi planlanıyor. Bu kararın arkasında, Esad’ın devrilmesiyle birlikte ABD’nin Suriye’deki hedeflerinde değişim olması yatıyor. Biden yönetimi döneminde öncelik IŞİD’in yeniden canlanmasını engellemek ve İran’ın Suriye üzerinden nüfuzunu sınırlamak idi. Şimdi Esad sonrası dönemde İran etkisi önemli ölçüde gerilemiş durumda, ancak IŞİD tehdidi halen tam olarak ortadan kalkmış değil. Amerikan istihbarat raporları, 2024 yılında IŞİD’in Suriye’deki saldırı sayısının bir önceki yıla kıyasla ikiye katlandığını not düşmüştür; örgütün, otorite boşluğundan faydalanarak yeniden örgütlenmesinden endişe edilmektedir. Bu nedenle ABD, sahadaki özel kuvvetler ve yerel ortaklar aracılığıyla IŞİD’e karşı nokta operasyonlarını sürdürmektedir. SDG’nin kontrolündeki hapishanelerde tutulan binlerce IŞİD militanı ve Hol gibi kamplarda kalan on binlerce radikalize olmuş aile mensubu, ciddi bir güvenlik sorunu teşkil etmektedir. ABD, uluslararası toplumla birlikte bu yabancı savaşçıların ülkelerine iadesi ve kampların boşaltılması için çaba harcıyor. Kısacası, ABD askeri varlığı azalsa bile tamamen çekilme söz konusu değil; odak nokta, IŞİD’le mücadelenin sekteye uğramaması ve yeni yönetimin güvenlik kapasitesinin desteklenmesi olarak öne çıkıyor. Hatta, Washington yeni dönemde Suriye’deki güç dağılımını dengelemek adına çok uluslu iş birliği arayışında: NATO müttefiki Türkiye ile yakın koordinasyon, Ürdün ve Irak sınırlarında istihbarat paylaşımı gibi adımlar atılıyor.
ABD’nin Suriye politikasında en kritik unsurlardan biri, YPG/SDG ile ilişkilerinin dönüşümüdür. ABD, 2015’ten beri IŞİD’e karşı SDG’yi (içindeki YPG ağırlığıyla) fiilen müttefik kabul etti ve onlara eğitim-destek sağladı. Bu iş birliği, Türkiye ile ABD’yi sık sık karşı karşıya getirmiş, Ankara Washington’ı terör örgütüyle ortaklık yapmakla suçlamıştı. 2025’te ise tablo değişmeye başlamıştır. Esad’ın devrilmesi ve PKK’nın silah bırakmasıyla birlikte, Washington da SDG’nin Suriye devletine entegre olması gerektiği görüşünü yüksek sesle dile getirmektedir. ABD Dışişleri yetkilileri, “Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğü” vurgusuyla, SDG kontrolündeki bölgelerin merkezi hükümete katılmasını teşvik ediyor. Bu politika değişimi, ABD-Türkiye ilişkilerindeki gerginliği azaltmayı hedefleyen bir pragmatizmi yansıtıyor. Nitekim ABD Dışişleri, PKK’nın silah bırakma adımını memnuniyetle karşıladığını belirterek Suriye Demokratik Güçleri’ne de benzer şekilde “Suriye’nin yeni yönetimine katılma” çağrısında bulundu. Washington, bir yandan SDG’nin IŞİD’e karşı mücadeledeki tecrübesinin ve istihbarat ağının korunmasını isterken, diğer yandan NATO müttefiki Türkiye’nin güvenlik kaygılarını gidermek istiyor. Bu hassas denge, ABD’nin Suriye’de izlediği iki yönlü stratejide somutlaşıyor: Birincisi, SDG’nin yeni Suriye ordusuna entegrasyonu sırasında Kuzeydoğu Suriye’de iktidar boşluğu oluşmasına izin vermemek, IŞİD gibi unsurların bundan faydalanmasını önlemek. İkincisi, SDG’nin entegrasyonu tamamlana dek (ve belki sonrasında da) bölgede sınırlı askeri varlığını koruyarak hem garantör hem de gözlemci rolü üstlenmek. Bu kapsamda ABD, SDG komutanları ile Suriye geçiş hükümeti yetkilileri arasında Moskova ve Abu Dabi’de dolaylı görüşmeler organize edilmesini destekledi. Sonuç olarak ABD, YPG ile yıllardır süren ittifakını kontrollü bir şekilde sonlandırıp bu yapıyı Suriye’nin siyasi çözüm sürecine dâhil etmeye çalışıyor. Bu süreçte YPG içindeki bazı sertlik yanlısı unsurların direnebileceği hesaba katılıyor; ancak hem Ankara’nın kararlılığı hem de Washington’ın yönlendirmesiyle, SDG liderliği büyük ölçüde uzlaşma çizgisinibenimsemiş durumda.
ABD’nin yeni Suriye hükümetine yaklaşımına gelince: Washington, Esad’ın gitmesini on yıllardır savunduğundan, ilk etapta memnuniyet duydu. Ancak yerine gelen Ahmed eş-Şara yönetiminin HTŞ kökenli İslamcı yapısı, ABD’de bazı endişeler yarattı. HTŞ, ABD tarafından terör örgütü listesine alınmış bir yapıydı; buna rağmen Esad sonrası oluşan gerçeklikte ABD yönetimi pragmatik bir tavır benimsedi. Dışişleri Bakanlığı, Aralık 2024’te “Suriye’nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi gereken bir siyasi süreç” istediklerini yinelerken Esad’sız bir geçişi desteklediklerini belirtti. Ahmed eş-Şara’nın geçici liderliği devralmasından sonra, ABD doğrudan olmasa da Türkiye ve Katar gibi müttefikleri üzerinden yeni yönetime mesajlar iletmeye başladı. Bu mesajların ana teması, yeni hükümetin radikal unsurları dizginlemesi, azınlıkları koruması ve terör gruplarına Suriye’de alan vermemesiidi. Özellikle El Kaide ve türevlerinin Suriye’de yeniden yuvalanmaması, ABD için kırmızı çizgi konumunda. Ahmed eş-Şara yönetimi de uluslararası tanınma ve yaptırımların kalkması karşılığında bu taleplere uyum sinyali verdi. 2025 yılının Temmuz ayında ABD, HTŞ’yi terör listesinden çıkarma kararı alarak yeni hükümete önemli bir siyasi jest yapmış oldu. ABD Hazine Bakanlığı da geçiş hükümetiyle bağlantılı kişi ve kurumlara uygulanan bazı ikincil yaptırımları kaldırdı. Bu adımlar, Suriye ekonomisinin nefes almasını ve insani yardımların rahatlamasını sağlama amacı taşıyor. Bununla birlikte Washington, şartlı angajman politikasını sürdürüyor: Beyaz Saray, Suriye’ye tam diplomatik tanıma ve kapsamlı yardım için terörle mücadele, kitle imha silahlarının imhası ve İsrail’le gerilimin azaltılması gibi konularda ilerleme talep ediyor. Özellikle ABD, Suriye’nin yeni yöneticilerinden, İran destekli milislerin ülkeye dönüşünü engellemesini ve İsrail’e yönelik tehditlerin bertaraf edilmesini bekliyor. Hatta kimi gözlemcilere göre Washington, orta vadede Suriye ile İsrail arasında diplomatik temasların başlamasını dahi bir hedef olarak koymuş durumda. Özetle, ABD’nin yeni yaklaşımı askeri angajmanı azaltıp diplomatik ve ekonomik araçlara ağırlık vermek yönünde. Suriye’deki varlığını tamamen sonlandırmadan, yeni düzeni yakından şekillendirmeye çalışan ABD, bir yandan kazanımlarını (IŞİD’in yenilgisi) korumaya, diğer yandan rakiplerinin (İran, Rusya) nüfuz boşluğunu doldurmamasına gayret ediyor.
Rusya, İran, AB ve Körfez Ülkelerinin Suriye’ye Yeni Pozisyonları
Esad rejiminin düşmesiyle birlikte Suriye satrancının diğer büyük oyuncuları da konumlarını gözden geçirmek zorunda kaldı.
Rusya, 2015’ten beri Suriye sahasındaki en güçlü aktörlerden biri olarak, müttefikini kaybetmesine rağmen oyundan çekilmiş değil. Moskova, Esad sonrası belirsizlikte önce askeri personelinin güvenliğini sağlamak ve mevcut kazanımlarını korumak için hamle yaptı. Rus Hmeymim hava üssü ve Tartus deniz üssü, Rusya’nın Akdeniz’deki stratejik varlıkları olduğundan, yeni hükümetle bu üslerin statüsü konusunda pazarlık yürütüldü. Ahmed eş-Şara yönetimi, Rusya’ya karşı düşmanca bir tavır almaktan kaçınarak, Rus askerî tesislerinin Suriye’nin çıkarlarına da hizmet edecek şekilde sınırlı bir süre daha kullanılabileceğini sinyalleriyle iletti. HTŞ kökenli geçiş hükümetinin Savunma Bakanı, bir röportajında “Rusya eğer Suriye’nin yeniden inşasına ve terörle mücadeleye katkı sunacaksa mevcut üslerini korumasında sakınca yok” minvalinde konuştu. Bu, Rusya’nın yeni düzene tümden karşı cephe almaması için planlanmış bir diplomatik adımdı. Öte yandan Rusya, HTŞ’nin ideolojik kökleri nedeniyle temkinli davranıyor. Resmî olarak HTŞ’yi terör listesinde tutan Moskova, özellikle HTŞ saflarında savaşmış Çeçen ve Orta Asyalı cihatçıların durumundan endişeli. Bu konuda, yeni hükümet Rusya’ya bu unsurların tasfiye edileceği ve Suriye topraklarının Rusya’ya yönelik cihatçı ihraç eden bir üs olmasına izin verilmeyeceği garantisini verdi. Rusya Dışişleri, 2025 başlarında yaptığı açıklamada “yeni Suriye yönetimini eylemleriyle değerlendireceklerini” ifade etti. 2025 ortalarına gelindiğinde Rusya, Suriye’deki askeri varlığının bir kısmını çekmiş, kalanını ise yeni yönetimle koordineli biçimde konuşlandırmış durumdadır. Siyasi olarak ise Rusya, Astana formatında başladığı Türkiye-İran-Rusya üçlü iş birliğini devam ettirmeye çalışıyor. Esad sonrası süreçte Moskova, kendini dengeleyici arabulucu rolüne soyundurmak istemektedir. Zira Suriye’de etkin nüfuz sahibi olmayı sürdürmek, Ortadoğu’daki varlığını koruması için kritik. Özetle Rusya, stratejik kaybını minimize etmek ve yeni yönetimi kendi etki alanından tamamen çıkmaması için teşvik etmek yönünde politikalar izlemektedir.
İran için Suriye’deki gelişmeler, belki de en büyük dış politika darbesini temsil ediyor. Tahran, Esad rejimini “Direniş Ekseni”nin kilit bir parçası olarak görmekteydi; Suriye, İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a ve Akdeniz’e açılan kapısıydı. Şimdi Esad’ın gitmesiyle İran, bu koridoru büyük ölçüde kaybetti. İran ve vekil güçleri (Devrim Muhafızları’na bağlı milisler, Hizbullah, Irak’taki bazı gruplar) Suriye’den önemli oranda çekilmek zorunda kaldı. Suriye geçiş hükümeti, özellikle İran destekli milislerin ülkeyi terk etmesi konusunda kararlı bir tutum benimsediğini açıkladı. Ahmed eş-Şara yönetimi, Aralık 2024’te göreve gelir gelmez çıkardığı bir kararname ile “yabancı paralı askerlerin ve milis güçlerin 3 ay içinde Suriye’yi terk etmesini” talep etti. Bu, doğrudan İran’ın sponsorluğundaki grupları hedef alan bir adımdı. İran cephesi ise yeni Suriye yönetimini gayrimeşru ilan ederek, “Amerika-İsrail destekli teröristler”in iktidarı gasp ettiğini öne sürdü. İran Dışişleri Bakanlığı, Arap ülkelerini ve Türkiye’yi Ahmed eş-Şara ile ilişki kurmamaya çağırdıysa da bu çağrı karşılık bulmadı. Bunun üzerine Tahran, bekleme ve durumu idare etme moduna geçti. İran’ın Suriye’de hala nüfuz edebileceği bazı kesimler mevcut: Özellikle Esad rejimine yakın olan ve yeni yönetime muhalif bazı Alevi topluluklar, İran’ı potansiyel hamileri olarak görüyor. 2025 yılının Mart ayında Lazkiye kırsalında rejim kalıntıları tarafından başlatılan bir isyan girişiminde, İran’ın perde arkasından destek verdiği iddiaları ortaya atıldı. Yeni yönetim bu isyanı kısa sürede bastırdı; ancak İran’ın vekâlet savaşı taktikleriyle Suriye’de istikrarsızlık yaratma potansiyeli halen ciddiye alınıyor. İran açısından bakıldığında, Esad’ın düşmesi bir stratejik yenilgidir ve bu kaybı telafi etmek için Tahran farklı cephelere yönelecektir: Irak’ta ve Yemen’de nüfuzunu artırmak, Lübnan’da Hizbullah üzerinden dengeyi korumak gibi. Suriye özelinde ise İran, Şii toplulukların ve kutsal mekânların korunmasısöylemiyle sınırlı bir nüfuzu sürdürmeye çalışabilir. Şam’daki Seyyide Zeynep türbesi ve çevresini kontrol eden bazı İran yanlısı milislerin, yeni yönetime bağlı güçlere katılmak yerine otonom hareket etmeye çalıştığı bildiriliyor. Bu durum, Suriye’nin geleceğinde düşük yoğunluklu mezhep gerilimleri ihtimalini canlı tutmaktadır. Yine de büyük resimde, İran’ın Suriye’deki gücü gerilemiş ve yeni denklemin dışına itildiği söylenebilir. İsrail bu gelişmeden son derece memnun: İsrail yetkilileri, Esad sonrası Suriye’den gelen tehdidin azaldığını ancak HTŞ gibi unsurların Golan sınırında bulunmasından rahatsız olduklarını dile getirdiler. İran’ın yokluğunda Suriye-İsrail cephesinde belki de on yıllar sonra ilk kez ilişkilerin yumuşaması ihtimali tartışılır hale geldi.
Avrupa Birliği (AB) ve Birleşik Krallık, Suriye’de rejim değişikliği olmadan sürecin normalleşmeyeceği pozisyonunu uzun süre korumuştu. Şimdi bekledikleri gelişme gerçekleşti ve Batı Avrupa ülkeleri ihtiyatlı bir açılıma başladı. AB, 2025 başlarında Suriye’ye uyguladığı katı yaptırımların bir kısmını askıya aldı. Özellikle insani sektörleri ve sivil halkı etkileyen yaptırımlar (ilaç, gıda, bazı finansal kısıtlamalar) geçici olarak durduruldu. ABD’nin de benzer şekilde Caesar Act kapsamındaki yaptırımların bazılarını kaldırmasıyla, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finans kuruluşları 2025 ortasında Suriye’ye yeniden angaje olmaya başladılar. AB kurumları, Suriye’nin yeniden imarı ve mültecilerin dönüşü için mali yardımlar planlıyor; ancak bu yardımlar şarta bağlı olacak. Brüksel, yeni yönetimden insan haklarına saygı, kapsamlı bir siyasi diyalog ve geçmiş savaş suçları için hesap verilebilirlik talep ediyor. Özellikle Almanya, Fransa gibi ülkeler, Suriye’de kimyasal silah kullanımından sorumlu kişilerin yargılanması için uluslararası mekanizmaların devreye girmesini istiyor. Şam’daki geçiş hükümeti ise bu konuda temkinli: Kendi saflarındaki bazı isimlerin de geçmişteki ihlallerde payı olabileceğinden, kapsamlı bir hesaplaşma yerine ileri bakmayı tercih ediyorlar. AB ülkeleri ayrıca azınlık haklarının korunması ve mülkiyet hakları gibi konularda da güvence istiyor. Yeniden inşa edilecek bölgelerde, savaş sırasında yerinden edilen kişilerin topraklarına dönme hakkı AB’nin yakından takip ettiği bir mesele. Diplomatik alanda ise Birleşik Krallık öncü bir adım atarak Temmuz 2025’te Şam’a dışişleri bakanı düzeyinde ziyarette bulundu ve Ahmed eş-Şara’yla görüştü. Londra, Suriye’nin yeni hükümetini resmen tanıdığını açıklarken, “geçiş sürecinde azınlıkların korunması ve eski rejimin suçlarının unutturulmaması” gerektiğini vurguladı. Fransa ve Almanya da benzer çizgide açıklamalar yaparak temkinli pozitif mesajlar verdiler. AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi, “Suriye halkının acılarının dindirilmesi ve demokrasiye geçişin desteklenmesi için AB elinden geleni yapmaya hazır” ifadelerini kullandı. Özellikle mülteci krizinin Avrupa’yı derinden etkilediği düşünülürse, AB Suriyeli mültecilerin güvenli ve gönüllü dönüşü konusunu yeni yönetimle iş birliğinin merkezine koymuş durumda. Genel olarak Avrupa’nın pozisyonu, kademeli angajman şeklinde özetlenebilir: Yeni hükümet uluslararası normlara ne kadar uyum gösterirse, Avrupa da o ölçüde diplomatik ve ekonomik destek verecek.
Körfez ülkeleri, Suriye denkleminde son yıllarda farklı pozisyonlar almış olsa da (örneğin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri 2023’te Esad’la yakınlaşırken Katar muhalefeti desteklemeye devam etmişti), Esad’ın devrilmesi sonrasında büyük ölçüde ortak bir tavır benimsemiş görünüyorlar. Katar, uzun süredir desteklediği muhaliflerin iktidara gelmesinden memnun ve yeni yönetime en hızlı arka çıkan ülke oldu. Doha yönetimi, Ahmed eş-Şara hükümetini tanıdığını açıklayarak finansal destek sözü verdi. Suudi Arabistan ve BAE başlangıçta HTŞ kökenli bir hükümete mesafeli dursa da, İran nüfuzunun sona ermiş olmasını stratejik bir kazanç sayarak Şam’la köprüleri atmadılar. Özellikle Suudiler, Suriye’yi Arap Birliği’nin aktif bir üyesi olarak tutmak ve İran’ın boşalttığı yeri kendi nüfuzlarıyla doldurmak istiyor. Riyad, geçiş hükümetine insani yardım ve yeniden imar fonları teklif etti; karşılığında Suriye’nin İran’la arasına mesafe koymasını ve Müslüman Kardeşler gibi akımlara karşı uyanık olmasını talep etti. Birleşik Arap Emirlikleri ise ekonomi ve altyapı yatırımı fırsatlarına odaklanmış durumda. Dubai merkezli şirketler, savaşta harap olan Suriye şehirlerinin yeniden inşasında yer almak üzere Şam’la görüşmeler yapıyor. Abu Dabi yönetimi, ideolojik olarak radikal gruplara mesafeli olsa da realpolitik gereği yeni yönetimle çalışmaya hazır olduğunu belli etti. Körfez ülkeleri, sahip oldukları mali kaynaklarla Suriye’nin yeniden imarında kritik rol oynayabileceklerinin farkında. Bu nedenle Ahmed eş-Şara hükümetine bir dizi koşullu teklif sunuyorlar: Arap sermayesinin korunması için hukuki garantiler, İran ve Türkiye’nin nüfuzunun dengelenmesi, Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmesi konusunda iş birliği gibi. Karşılıklı çıkarlar temelinde şekillenen bu ilişkide, Suriye de Körfez’in desteğine ihtiyaç duyduğundan yapıcı bir tutum sergiliyor. Nitekim şimdiden Suudi Arabistan Kalkınma Fonu ve Katar Kalkınma Fonu, Suriye’nin kuzeyindeki bazı hastane ve okul projelerini finanse etmeye başladılar. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri, Halep’te bir konut inşa projesi için yatırım anlaşması imzaladı. Tüm bunlar, Körfez’in Suriye’yi yeniden Arap dünyasına entegre etme stratejisinin parçası. Öte yandan Körfez’in Suriye politikasında bir diğer motivasyon İsrail’le ilişkiler çerçevesinde de okunabilir. Bazı Körfez ülkeleri (BAE ve Bahreyn gibi) İsrail’le normalleştiğinden, Suriye’nin de İran etkisinden kurtulmuş haliyle gelecekte İsrail’le sorunsuz bir komşu olmasını arzuluyorlar. Bu kapsamda Arap diplomasisi, Suriye-İsrail gerilimini azaltıcı adımlar için de zemin yoklamaktadır. Özetle Körfez ülkeleri, Suriye’de yeni dönemi fırsata çevirmek niyetinde: Hem İran’ı saf dışı bırakan bu gelişmeden stratejik avantaj elde ediyorlar, hem de Ortadoğu’nun kalbindeki bir ülkenin yeniden imarında söz sahibi olarak prestij kazanmak istiyorlar.
İnsani Kriz, Mültecilerin Geri Dönüşü ve Yeniden İnşa Çalışmaları
Suriye’de savaşın büyük ölçüde sona ermesiyle ön plana çıkan en hayati konu, ülkenin içinde bulunduğu derin insani kriz ve bunun aşılması yönündeki çabalardır. On yılı aşkın süredir devam eden çatışmalar, Suriye toplumuna ve altyapısına tarifsiz zararlar verdi. Tahmini en az 500 bin insan hayatını kaybetti, milyonlarcası yaralandı veya travma yaşadı. Suriye nüfusunun yarısından fazlası evini terk etmek zorunda kaldı; yaklaşık 6,6 milyon insan ülke içinde yerinden edildi, 4,5 milyon kadarı ise komşu ülkelere ve dünyanın farklı bölgelerine mülteci olarak sığındı. 2025 itibarıyla hâlâ 16,5 milyon civarında Suriyeli temel insani yardıma muhtaç durumdadır. Ülkede ekonomi adeta enkaz halindedir: İç savaşın Suriye ekonomisine maliyeti bazı hesaplara göre 1,2 trilyon doları aşmıştır ve ekonominin savaş öncesi seviyelere dönmesinin en az 20 yıl alacağı öngörülmektedir. Enflasyon kontrolden çıkmış, Suriye lirası büyük değer kayıpları yaşamış, işsizlik ve yoksulluk tarihin en yüksek seviyelerine ulaşmıştır. Savaş sırasında elektrik santralleri, su şebekeleri, hastaneler, okullar ve konutlar büyük oranda tahrip olduğu için, temel kamu hizmetleri verilemez haldedir. Özellikle sağlık sistemi çökmüştür: Yaralanan veya kronik hastalıkları olan yüz binlerce insan tedaviye erişimde zorluk çekiyor; salgın hastalık riskleri yüksek, COVID-19 ve kolera gibi salgınlar savaş yıllarında kontrolden çıkmıştı. Eğitimde de kayıp nesiller söz konusu; milyonlarca çocuk savaş yüzünden okula gidemedi ve okuma-yazma oranlarında ciddi düşüşler yaşandı. Ülkenin bazı bölgelerinde mayınlar ve patlamamış mühimmat siviller için halen tehlike saçıyor. Ayrıca, iç savaşın donmuş gibi göründüğü 2020-2022 döneminde dahi devam eden düşük yoğunluklu çatışmalar ve 2023 başındaki büyük Kahramanmaraş depremleri Suriye’nin kuzeyini vurmuş, mevcut insani krizi daha da derinleştirmişti. Tüm bu tablonun içinde 2025’in ilk aylarında bile şiddet tamamen sona ermedi: Özellikle yeni hükümetin ilk döneminde kuzeydoğuda SDG ile muhalif gruplar arasında yaşanan çatışmalar, on binlerce kişiyi yerinden etti ve yüzlerce sivilin yaralanmasına sebep oldu. Her ne kadar ulusal ölçekte büyük savaş bitmiş olsa da, insani ihtiyaçlar hâlâ devasa boyutlarda ve acil durum niteliğini koruyor.
Bununla birlikte, 2025 itibarıyla Suriye’de umut verici gelişmeler de başlamış durumda. En önemlisi, yıllardır yerinden yurdundan uzak yaşayan milyonlarca Suriyeli mültecinin ülkelerine gönüllü ve güvenli dönüşü için ilk adımlar atılıyor. Komşu ülkeler, özellikle en fazla mülteci barındıran Türkiye, Lübnan ve Ürdün, Esad’ın gitmesiyle birlikte Suriyelilerin geri dönüşü konusunda uluslararası kurumlarla ortak planlar geliştirmeye başladılar. Temmuz 2025’te Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) koordinasyonunda Lübnan’da pilot bir dönüş programı hayata geçti. Bu program kapsamında ilk etapta binlerce Suriyeli mülteci Lübnan’dan anavatanlarına hareket etti. Lübnan hükümeti ve yeni Suriye yönetiminin iş birliğiyle gerçekleşen bu dönüşlerde, mültecilere yolda ve varışta mali destek de sağlandı: BM fonlarından kişi başı 100 dolar yol parası, aile başı 400 dolar ise Suriye’ye varış ikramiyesi verildiği açıklandı. 2025 sonuna kadar sadece Lübnan’dan 300-400 bin civarı mültecinin ülkesine dönebilmesi hedefleniyor. Türkiye de benzer şekilde, güvenliğin tesis edildiği bölgelere mültecilerin dönüşü için hazırlık yapıyor. Türk hükümeti, savaş boyunca Türkiye’de doğan on binlerce Suriyeli çocuğun kimlik ve vatandaşlık işlemlerinin Suriye’de tanınması, dönen ailelerin yerleştirileceği konut projelerinin desteklenmesi gibi konularda Şam’la masada. Ürdün, güney Suriye’de Dera ve çevresine dönmek isteyen mülteciler konusunda BM ile koordinasyon halinde. Yeni Suriye yönetimi ise başlangıçta mültecilerin dönüşü konusunda çekinceli yaklaşsa da (özellikle rejim yanlısı kesimlerden misilleme korkusuyla gelen uyarılar nedeniyle), zamanla söylemini değiştirdi. Ahmed eş-Şara, Haziran 2025’te yaptığı bir konuşmada “herkesin vatanına dönmesine kapımız açık” diyerek tüm Suriyelileri ülkeye davet etti.Geçiş hükümeti, dönenlerin güvenliğini sağlamak üzere özel bir birim oluşturdu ve dönüş yapan sıradan vatandaşların Esad dönemiyle ilgili sorguya çekilmeyeceğini, genel affın onları kapsadığını ilan etti. Elbette mültecilerin dönüşü önünde ciddi engeller de var: Birçoğunun evi barkı yıkılmış durumda, ekonomik koşullar yetersiz, ayrıca bazı mülteciler yeni yönetimin kendilerini tam olarak koruyacağından emin değil. Özellikle savaş sırasında rejimle iş birliği yapmış veya devlet kurumlarında çalışmış kişilerin endişeleri var. Bu noktada uluslararası garantiler ve izleme mekanizmaları devreye giriyor. BM, dönüş yapanların durumunu sahada takip ederek herhangi bir hak ihlalinde hızlıca müdahale etmeyi planlıyor. Şu ana dek Lübnan’dan dönen gruplarla ilgili ciddi bir olay rapor edilmemiş olması, güven artırıcı bir sinyal oldu.
Yeniden imar çalışmalarına gelince: Suriye’nin ayağa kalkması için muazzam kaynaklara ihtiyaç duyulacağı açık. Geçiş hükümeti, ekonomiyi canlandırmak ve istihdam yaratmak için kapsamlı bir yeniden inşa planı hazırladı. Öncelikle altyapının onarılması için acil eylem projeleri belirlendi: Elektrik şebekesinin çalışır hale getirilmesi, su ve kanalizasyon sistemlerinin tamiri, hastanelerin onarılması ve yeni sahra hastanelerinin kurulması, okulların yeniden açılması gibi hedefler önceliklendirildi. Bu alanlarda Birleşmiş Milletler ve Kızılhaç gibi kuruluşlar halihazırda harekete geçmiş durumda. Örneğin 2025 yazında Dünya Bankası, Halep ve İdlib’deki sağlık tesislerini onarmak için 300 milyon dolarlık bir fonu serbest bıraktı. IMF, Suriye Lirası’nı istikrara kavuşturmak için teknik destek sağlıyor. Körfez ülkeleri ise özellikle konut ve altyapı yatırımları ile ilgileniyor; zira bu projeler hem görünürlük sağlıyor hem de müteahhitlik firmaları için büyük bir pazar oluşturuyor. Suudi Arabistan, Hama yakınlarında büyük bir konut inşa projesiniüstlenebileceğini açıkladı. Katar, savaşta harap olan Homs’un bazı mahallelerinin yeniden yapılandırılması için finansman teklifinde bulundu. Birleşik Arap Emirlikleri, Şam’da uluslararası bir havaalanı yenileme projesiyle ilgileniyor. Avrupa Birliği de koşullu olarak yeniden imara katkı vermeye hazırlanıyor; ancak AB fonları daha ziyade yerel yönetimlerin kapasitesini artırma, mayın temizliği, hukukun üstünlüğü gibi alanlara yönlendirilecek. Türkiye, elinde bulundurduğu inşaat tecrübesini komşusunda kullanma niyetinde: Türk müteahhitler Suriye’de altyapı projelerine talip olmaya başladı bile.
İnsani açıdan en önemli adımlardan biri de toplumsal barış ve rehabilitasyon çabaları olacaktır. Suriye’de 2011’den beri komşular, akrabalar hatta aile bireyleri bile farklı taraflarda savaştı; toplum derin bir şekilde bölündü. Şimdi savaş bittiğine göre yaraların sarılması ve hesaplaşma süreciyle yüzleşmek gerekiyor. Yeni yönetim, “geçmişe sünger çekip geleceğe bakma” eğiliminde olsa da, sivil toplum ve uluslararası örgütler geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının kurulmasını öneriyor. Örneğin bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurularak, savaş süresince yaşanan büyük insan hakları ihlallerinin kayıt altına alınması, mağdurların dinlenmesi ve kolektif hafızanın oluşturulması gündemde. Ayrıca hapishanelerdeki siyasi mahkûmların salıverilmesi, zorla kaybedilenlerin akıbetinin açıklanması gibi adımlar da toplumun yeni yönetime güveni için kritik görülüyor. Ahmed eş-Şara hükümeti, bu konularda uluslararası uzmanların desteğini almayı kabul etti ve Birleşmiş Milletler’den teknik danışmanlık talep etti.
Sonuç olarak, Suriye’de 2025 itibarıyla büyük bir insani seferberlik başlamış durumdadır. Acil hedef, hiç vakit kaybetmeden insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak, mültecilerin dönüşünü sürdürülebilir kılmak ve ülkeyi yeniden inşa etmektir. Bu zorlu yolda yeni hükümet, uluslararası toplumun desteğine büyük ölçüde muhtaçtır. Ancak yıllardır süren yıkımın ardından Suriye halkı ilk kez geleceğe dair nispeten umutlu olabilmektedir. Diplomasinin devreye girmesiyle sınır kapıları insani yardıma açılmakta, silahların susmasıyla dozerlerin sesi duyulmaya başlanmaktadır. Kalıcı barışın tesisi ve yaraların sarılması elbette zaman alacaktır; yine de 2025 yılı, Suriye trajedisinde yeni ve daha umutlu bir sayfanın başlangıcı olarak tarihe geçebilir.
Sonuç: Yeni Dengenin Kırılgan İstikrarı
Suriye’de 2025’te ortaya çıkan yeni siyasi gerçeklik, ülkenin ve bölgenin diplomatik ve güvenlik dengelerini kökten değiştirmiştir. Ahmed eş-Şara liderliğindeki hükümet, kırk yılı aşkın Baas/Esad yönetiminin ardından ülkeyi birleştirme ve yeniden inşa etme misyonunu üstlenirken, bölgesel aktörler de kendi stratejilerini bu yeni duruma uyarlamışlardır. Türkiye, on yıllardır ilk kez komşusunda iş birliği yapabileceği bir ortak bularak güvenlik endişelerini gidermeye odaklanmıştır. İran, Suriye’yi büyük ölçüde kaybetmenin stratejik sonuçlarıyla yüzleşirken, Rusya nüfuzunu korumak için yeni yönetimle temastadır. ABD ve Avrupa ise ihtiyatlı destek politikalarıyla Suriye’nin istikrarına katkı yapmaya hazırlanırken aynı zamanda yeni otoritenin uluslararası normlara uymasını şart koşmaktadır. Bölgesel güç dengesi Suriye lehine yeniden kurulurken, ülke içindeki öncelik silahlı çatışmadan diplomatik diyaloğa, cephe hattından kalkınma projelerine kaymıştır.
Yine de Suriye’deki bu kırılgan istikrarın kalıcı hale gelmesi, bir dizi önemli değişkene bağlı olacaktır. Yeni hükümetin tüm kesimleri kucaklayan gerçekten kapsayıcı bir yönetişim sergilemesi, askeri zaferin üzerine siyasi uzlaşıyı inşa edebilmesi gerekmektedir. Silah bırakan grupların entegrasyonu, eski rejim mensuplarının sisteme katılımı, Kürt sorununa kalıcı bir çözüm getirilmesi gibi zor konular masadadır. Ayrıca IŞİD ve benzeri radikal örgütlerin yeniden palazlanmaması için uluslararası toplumun ve Suriye güvenlik güçlerinin yakın koordinasyonu şarttır. Ekonomik iyileşme ise bir diğer kritik başlıktır: Halkın günlük hayatında somut düzelme olmazsa, barışın getirileri hissedilmezse, yeni yönetime duyulan destek hızla eriyebilir. Bu bağlamda küresel ekonomik şartlar ve Suriye’ye gelecek dış yardım miktarı belirleyici olacaktır.
Son tahlilde, 2025 yılındaki gelişmeler Suriye’de temkinli bir iyimserlik yaratmıştır. On yıldan uzun süren kanlı iç savaşın ardından ilk kez silahlar büyük ölçüde susmuş, Suriyeliler ülkenin geleceğini tartışmaya başlamıştır. Diplomatik arenada Suriye yeniden bir özne olarak belirmekte; komşularıyla ilişkileri normalleşme yoluna girmektedir. Güvenlik denkleminde ise eski hasımlar yeni ortaklara dönüşmüş, bölgesel çatışma dinamikleri yerini ortak çıkarlara bırakmaya başlamıştır. Bu yeni dönemin sürdürülebilir olması için hem Suriye liderliğinin hem de uluslararası paydaşların ders çıkarılmış bir kararlılıkla hareket etmesi gerekecektir. Eğer başarı sağlanırsa, Suriye örneği Ortadoğu’da uzun süre sonra bir barış ve yeniden doğuş hikâyesi olarak anılabilir. Aksi halde, kazanılan bu kırılgan barış fırsatının heba olması, yalnız Suriye’yi değil tüm bölgeyi yeni istikrarsızlıklara sürükleyebilecektir. Suriye halkı ve bölge ülkeleri, bu kader anında barışı inşa etmek için el ele vermek zorundadır. 2025’in Suriye’si, acılarla dolu bir geçmişin ardından barış ve normalleşme yolunda atılan cesur adımların sınandığı bir yıl olarak tarihteki yerini almaktadır.
KAYNAKÇA
· Atlantic Council – Turkey’s Strategic Gains in Post-Assad Syria
· Al Monitor – PKK’s Disarmament and Its Regional Impact
· Middle East Eye – Syria’s New Power Dynamics under Ahmed al-Shara
· Arab Center Washington DC – Gulf States and the New Syria Equatio
· Brookings Institution – The Future of Syria in a Post-Assad Era
· Carnegie Middle East Center – The Transformation of Syrian Governance after Assad
· Washington Institute for Near East Policy – HTS, Turkey, and the Post-Assad Order
· Chatham House (Royal Institute of International Affairs) – Syria’s Reconstruction and Regional Geopolitics
· Reuters – Orta Doğu gelişmeleri (Esad sonrası, Türkiye-YPG ilişkileri, İran’ın çekilmesi)
· Al Jazeera – Syria after Assad: Regional Responses
· BBC News – Syria Power Shift 2025 Analysis
· Human Rights Watch – World Report 2025: Syria Chapter
· Amnesty International – Syria 2025 Report: Human Rights at a Crossroads
Yazar: Burak Can Çelik / Siyasi Analist